Kimi sinema eleştirmenleri Krzysztof Kieslowski’ye sinemanın şairi diyor… Buna katılmamak mümkün değil. Hem kamerasıyla hem de Zbigniew Preisner imzalı müzikleriyle öyle şiirsel bir anlatımı var ki; insanı tepeden tırnağa sarsmayı başarıyor. Üstelik bu anlatımını ciddi temalarla zenginleştirecek ve içini dolduracak kadar da aydın bir yönetmen. Toplum-birey çatışmasını, bireyin içine düştüğü farklı ruhsal durumları, ahlaki çıkmazları, tesadüfleri, kaderi, mutluluğu, aşkı, kadın-erkek ilişkisini, ölümü, hüznü, melankoliyi, adaleti ve daha nice konuyu eşsiz sinemasal üslubuyla birleştiriyor.Öldürme Üzerine Kısa bir Film’de de üstte bahsettiğim temalarından ölüm ve adalet üzerine yoğunlaşıyor. Varşova’da yaşayan üç farklı karakteri yine tek bir olayda birleştiren yönetmen, anlatım tekniklerini de filmin atmosferine uygun bir biçimde kullanıyor. Daha açılışından film karamsar ve kaotik bir atmosferle izleyicileri selamlıyor. Kieslowski, ölümü; ölümü hatırlatacak koyu renkler içinde resmediyor. Üç Renk : Mavi’nin melankolik mavisi ölümün iç karartan tonlarıyla birleşirken, Preisner’in müzikleri ise; bu resmin en önemli tamamlayıcılarından biri oluyor.
Filmin baş karakteri Jacek, kız kardeşi Mary’nin ölümünden sonra dengesini kaybediyor. Cinayet günü de etrafındaki her yerde onu görüyor. İçsel çatışması git gide büyürken, bu çatışmanın orta yerinde kalan, insanlara ve hayvanlara eziyet etmekten keyif alan, orta yaşlı, amaçsız ve sıradan bir insan olan taksi şoförü Waldemar ise; yanlış yerde yanlış zamanda oluşunun nedenini hayatıyla ödüyor. Kuşkusuz sürücü olması da Jacek’in bilinçaltında Mary’i öldüren traktörü hatırlatıyor olmalı. Hikayenin üçüncü karakteri ise; avukatlık sınavını geçerek avukat olmaya hak kazanan Piotr. Onun baktığı ilk dava da Jacek’in davası oluyor. Kieslowksi’nin tesadüfler çemberi tekrar karakterlerini içine alıyor ve hikayeye bambaşka bir bakış açısı kazandırıyor.
Jacek’in nedensiz yere Waldemar’ı öldürmesi ve bunun sonucunda idam edilmesi, adalet kavramını da tartışmaya açıyor. Şiddete şiddetle karşılık veren adalet kavramı, adaleti yerine getirmeye çalışırken birden kaygan bir zeminde buluyor kendini. Suçluyu tespit ederek cezayı veren adalet kavramı, aynı zamanda kendisi de bizzat öldürme eyleminin suçlusu konumuna düşüyor. Kieslowksi’nin Jacek’in ölüme gönderilişi sırasında resmettiği zalim kanun uygulayıcılar da, onun eleştirisinin boyutlarını ortaya koyuyor. Filmde sıkça gördüğümüz sert ve saf şiddet sahneleri, aslında Kieslowski’nin satirik eleştirisinden başka bir şey değil. Öldürme Üzerine Kısa bir Film, şiddetle örülü bir şiddet karşıtı film esasında… Yönetmen şiddetin boyutlarını göstererek katil / kurban ilişkisini sorgularken, bireyin ölüm anında içine düştüğü çaresizliği de kamerası içine alarak insancıl yanını koruyor. Jacek belki Waldemar’ı nedensiz yere öldürüyor, ama annesini düşünecek kadar, son dakikada bir sigara tüttürmek isteyecek kadar ve ölüm anını erteletmek için elinden geleni yapacak kadar da insani özelliklere sahip.
İç çatışmasından kurtulmak istediği için topluma daha sıkı bağlanmaya çalışırken, bu çabaları onu daha da kötüleştiriyor, “kalleş” insanların ve şiddete şiddetle karşılık veren adalet sisteminin çarkları arasında kalıyor ve son kertede şiddetin hiçbir şeyi çözmediğinin cansız kanıtı oluyor. Toplum gibi toplumsal kurumlar da birer yanılsama ve Kieslowski bu yanılsamalar dünyasında karakterlerinin iç dünyalarını incelikli ve sahici bir kompozisyonla ekrana taşıyor. Olayları birleştiriyor, ama insanları anlatıyor. Hem iyi bir anlatıcı hem de iyi bir gözlemci. Şair, aynı zamanda felsefeci. Olaylar ve olayları anlatış şeklinden çok, karakterlerin olayları karşılama ve yorumlama şekliyle ilgileniyor. Sistemi ve sistemin kurumlarını eleştiriyor, ama bireyi unutmuyor. Bu tavrıyla da alkışı hak ediyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
—————————————————————————
Bu yazıda bolca spoiler vardır.
Çığlık çığlığa bağıran çocuk sesleri kulaklarımızı dolduruyor; birazdan ekranda bir ipin ucunda sallanan/ bir ipin ucuna asılmış, ölü/öldürülmüş bir kedi göreceğiz. Daha ilk sahneden “Gördünüz mü?” diye sesleniyor bize yönetmen, “işte bunu sadece ‘insan’ yapabilir!”
Kieslowski’nin sayısı onu bulan ve On Emir’den esinlenerek senaryolaştırdığı iddia olunan Dekalog serisinden beşincisi “Öldürme Üzerine Kısa Bir Film”. Yüzyıllardır bütün din kitaplarının, bütün hukuk düzenlerinin söylediğini ( “Öldürmeyeceksin!” ) Kieslowski seksen dört dakikada söylüyor izleyicisine, hem de çok daha sarsıcı, etkileyici ve ikna edici bir şekilde… Öyle ki, filmin devamında/sonunda izleyicide yarattığı dehşet duygusu bir anlamda caydırıcılığı da beraberinde getiriyor.
Aslında birbirinden çok da farklı olmayan karakterlere sahip Jacek ve Waldemar’ı, ilerleyen dakikalarda katil (Jacek) – katledilen (Waldemar) olarak tanıyacağız. Henüz biri (Jacek) üst geçitten kara yoluna –bir kazaya sebebiyet verme ihtimalini öngörerek, isteyerek- taş yuvarlarken, bir diğeri (Waldemar) taksi ihtiyacı olan çifti sebepsiz yere, kötü niyetle taksisine kabul etmiyor, kızlara sarkıntılık ediyor ve bir başka sahnede de sokak köpeğini beslerken bile korku saçıyor. İkisine de izleyicinin kendisini yakın hissetmesi, hareketlerini onaması mümkün değil.
Oysa Jacek’in bir kafede önünde duran tatlının bir parçasını camın arkasındaki iki kız çocuğuna fırlatarak şakalaşmaya çalıştığında suratında beliren ve izleyiciye doğrudan geçen içten gülümsemesi, sevdiği bir akrabasına ait olduğunu bildiğimiz –daha sonra ölmüş olan kız kardeşine ait olduğunu öğreneceğimiz- bir fotoğrafı cebinde taşıması ve fotoğraftaki kişinin ne zaman öleceğinin, fotoğrafına bakarak önceden öngörülüp öngörülemeyeceğini –bir anlamda kız kardeşinin ölümüne engel olup olamayacağını- öğrenmeye çalışması gibi detaylar bize onun da bizler gibi ‘insan’ olduğunu göstermekte. Aynı şekilde Waldemar’ın Jacek’e kendisini öldürmemesi için yalvarırken ağzından çıkan “para…” (yoruma açık olmakla birlikte, bence burada Waldemar Jacek’e para vermeyi teklif ediyor) ve “eşim” kelimeleri de aynı durumda kalacak olan çok daha iyi niyetli, saf ve masum bir insanın –belki de içimizden birinin – yakarış kelimeleri olacaktır.
Filmdeki ilk cinayet böylece Jacek’in Waldemar’ı öldürmesiyle işleniyor. Kieslowski’nin bu sırada birçok ayrıntıyı izleyiciye bütünüyle sunduğunu, bu ayrıntılar sebebiyle izleyicinin sinema salonunu erken terk etmesini de oldukça manidar bulduğunu (filmin amacına ulaştığını düşündüren bir tepki olarak yorumladığını) belirtmek gerek. Jacek eline bir ip (halat) bağlamaya başlıyor –ki, bu sahneden hemen önce kafede, iki kızla şakalaştı- birini bu iple öldüreceğini biliyoruz; Jacek birini bu iple öldüreceğini biliyor, oysa kimi öldüreceğini o anda bilmiyor, öldüreceği kişiyi rastgele seçiyor, böylece öldürmenin sebepsiz yere yapılacağını anlıyoruz, belki de ‘gözle görünür/ kişisel bir sebep olmadığını’ demeliyim.
Ve Waldemar bir türlü ölmüyormuş gibi geliyor izleyiciye. Bir iple boğazlanıyor, bu sırada ayağıyla durmadan gaza basıyor, patinaj yapan arka tekerin durmadan çamur içinde dönmesini izliyoruz, arka teker durduğunda –bunun ölümü anlatan bir işaret olduğunu varsayarak- Waldemar’ın artık ölmüş olabileceğini düşünürken, “Daha bitmedi.” diyor yönetmen; Jacek Waldemar’ı taksiden indirip bir yokuştan aşağı sürüklüyor, tam bu sırada görüş açımızı taksinin rüzgârda hareket edip örtülen kapısı kapatıyor, bir imge daha; artık Jacek’in amacına ulaştığına, Waldemar’ın öldüğüne eminiz. Daha bitmedi. Kieslowski bize öldürmeyi, imgelerle değil, bütün ayrıntılarıyla göstermek istiyor. Jacek Waldemar’ın kafasını bir taşla ezecek –ki, bu kararının hemen ardından, korkunç şeyler yapacağının farkındalığıyla ağlamaklı bir yüz ifadesine bürünüyor- , taşı Waldemar’ın bir örtüyle kaplı suratına defalarca indiriyor, örtünün üzerinden kanlar sızmaya başlıyor… (Filmi bu sahnede terk etmek istemiştim.)
Waldemar belki harika bir insan değildi, hatta topluma bir faydasının olduğundan bile şüpheliyim, yine de kim olursa olsun, nasıl bir insan olursa olsun, öldürülmeyi hak ettiği söylenebilir mi? Kuşkusuz hayır; bu suç cezasız kalmamalı. Cezanın her şeyden önce caydırıcı olması gerektiğini düşündüğünü söyleyen Jacek’in avukatı Piotr davayı kaybettiğinde, zaten hiçbirimiz onca vahşetten sonra, Jacek’in beraat etmesini kabullenemezdik. Jacek’i bu yaptığı yüzünden aramızdan, toplumdan, hayattan dışlıyoruz. Adaletin yerini bulduğunu varsayıyoruz. Oysa Piotr yargıcın yanına giderek ona, eğer savunmayı yapan avukatın kendisinden daha yaşlı ve tanınmış biri olsaydı vereceği kararın değişip değişmeyeceğini soruyor, çünkü yargıya güvenmiyor, aynı suça aynı cezanın verilip verilmediğinden kuşku duyuyor.
İkinci cinayet (kanunun emri) böylece işlenecek. Ölümü bekleyen Jacek ile avukatı Piotr arasında, hücrede geçen konuşmaya tanık olduğumuzda, aslında Jacek’in, kız kardeşinin –bir kaza sonucu- ölümünden ne kadar çok etkilendiğini, belki de bu yüzden topluma ve insanlara karşı nefret ve kin duygularıyla hareket ettiğini, bunun başlarda değiştirilebilir bir tutum olsa da, Jacek’in toplum tarafından konumlandırılışı ve bu konumu aşamaması sebebiyle giderek artan bir boyut kazandığını anlayarak tıpkı avukat Piotr gibi, hem cinayetin temelinde yatan sebebi kavramış hem de bu sırada ailesinden sevgiyle bahseden Jacek’e duygudaşlık yapmış oluyoruz. Uyarılmasına rağmen konuşmayı sonlandırmayan ve Jacek’in yanından ayrılmak istemeyen avukat Piotr, bir şekilde Jacek’in idamının infazını geciktirmeye/engellemeye çalışıyor. Artık idam cezasının caydırıcılık özelliğiyle ilgilenmek yerine vicdan muhasebesi yapacak.
İnfaz memurlarının konuşmayı yarıda kesmeye, cezayı hemen infaz etmeye ilişkin acelecilikleri ve kararlılıkları, Jacek’in boynuna bir ip –halat- geçirildikten sonra, ipin boyuna uygun ayarlanması için gözü dönmüş bir şekilde ve hızla bir kolu çevirerek ipi kısaltan görevlinin öldürme merakı ve hevesi – Peki onları kim cezalandıracak? – öldürmeye karşı olanın, kurallar koyan/uygulayanın aynı zamanda öldürmeye ne kadar meyilli olduğunun kanıtı.
Waldemar’ın öldürülüşünde olduğu gibi, Jacek’inkinde de tüm ayrıntılar – idam sehpasının hazırlanışı (özellikle mahkûmun üzerinde duracağı ve aşağı açılan kapakların kontrolü ile boşluğa bırakılan sarı plastik kap), Jacek’in korkusu, ölüme direnişi, kaçmaya çalışması, hemen etkisiz hâle getirilip boynuna ipin geçirilmesi, can verene kadar geçen sürecin tamamı – izleyiciyi rahatsız edecek gerçeklikte sunulmuştur. Kieslowski bir kez daha izleyiciye, “Öldürme dediğin böyle olur,” der gibidir, “ne kadar korkunç değil mi?”
Bir ipin ucunda sallanan/bir ipin ucuna asılmış, ölü/öldürülmüş bir Jacek; işte bunu sadece insan yapabilir. Artık öldürenle öldürülenin, suç işleyenle suçu cezalandıranın arasında bir fark kalmadı ve Kieslowski Jacek’e olduğu kadar, Jacek’i cezalandıran adalet sistemine sesleniyor.
Güzin Tanyeri
guzintanyeri@gmail.com