Erick Zonca ismini daha önce duymuşsanız bunu büyük ihtimalle 90’lı yılların sonuna ait Fransız yapımı “La Vie rêvée des anges” filmine borçlusunuzdur. Samimi, doğal, hüzünlü ve kırılgan yapısıyla çok etkileyici olan bu film, Zonca isminde büyük beklentiler uyandırdı. Bir yıl sonra çektiği “Le Petit voleur”ü henüz izlememiş olmak bir eksiklik hissettirse de bu yıl İngilizce çektiği ve başrolünde son yılların en kaliteli ve üretken oyuncularından Tilda Swinton’ı yönettiği “Julia”ya öncelik tanımak kaçınılmaz oldu. Genel olarak çeşitli ayrıntılar haricinde “La Vie rêvée des anges”den oldukça farklı bir film “Julia”. Sefil ve vurdumduymaz bir hayat yaşayan Julia isminde bir kadının işini kaybettikten sonra istemeye istemeye devam ettiği alkolikler toplantısında tanıştığı Elena ile anlaşma yapması, buna göre Elena’nın zengin kayınpederi tarafından yasal yollarla elinden alınan oğlunu Julia’dan kaçırmasını istemesi ile yola çıkan macera, Zonca’nın ilk uzun metrajının naif anlatımına ters düşüyor sanki. Üstelik çocuğu kaçırdıktan sonra planı kafasına göre değiştiren Julia’nın onu bu kez başka fidyecilere kaptırmasıyla iyice karmaşıklaşan bir suç filmi izliyor olmamız, iki film arasındaki biçim ve hikâye farkını daha da keskinleştiriyor. Doğaçlamaya yatkın diyaloglarıyla ve kurgu hâkimiyetiyle yine tempolu bir anlatım yakalayan Zonca, Fransa/ABD/Meksika/Belçika ortak yapımı ve dili İngilizce olan filmiyle çoğunlukla Amerikan tarzına daha yakın durmakta. Bunun yanında güçlü bir görüntü işçiliğine sahip film, özellikle Meksika’da geçen bölümlerde kimi anlar Iñárritu estetiği yakalamış bile denebilir.
Etik dertleri olan Zonca’nın bu değerleri hikâyesi çeperinde anlatırken Julia’yı seyirciye tanıtmakla fazla zaman harcadığı düşünülebilir. Oysa bir süre sonra bu tanıtma ve benimsetme sürecinin filmin ayrılmaz bir parçası olduğunu, olay örgüsünün bile Julia karakterinin yön değiştiren, kendini kaybeden, aramaya başlayan, bulduğuna kendisini inandırmak durumunda kalan özelliklerine hizmet etmekte olduğunu düşünmek mümkün. Çeşitli filmlerde bu durum iç içe geçmiş vaziyettedir. Film ya her şeyiyle başkarakterine hizmet eder ya da geri kalan her şey bir süre sonra o karakteri öğütecek biçimde hikâyesini öne çıkarır. Julia için her iki durumdan da söz edilebilir. Film süresince çeşitli anlarda karmaşık bir fidye trafiğinin Julia karakterinin önüne geçtiğini veya tam tersi, Julia’nın filmdeki her şeyi kendi varlığında öğüttüğünü düşünebilirsiniz. Zonca’nın Julia’ya sindire sindire yaşatmaya çalıştığı değişimin önündeki tek engel yine değişim kavramının kendisi. Çünkü Zonca’nın ahlaki kaygılarının bir yansıması olarak bu değişimin doğurduğu final bölümü yüzeysel bulunabilecek bir vicdan hesaplaşmasına ermiş, değişim daha insani bir boyuta çekilmiş oluyor. Bunun yanında didaktik bir oldubittiye getirilmiş izlenimi de uyandırıyor.
Erick Zonca, Tilda Swinton gibi bir madenden en fazla faydalanmasını bilmiş filmlerden birine imza atmakta. Oscar’ı ölçüt aldığımızda, yardımcı rolle de olsa “Michael Clayton” ile ödül aldığı performansından çok daha üstün bir duruşa sahip. Onsuz bu film neye benzerdi, bilmek fazla zor değil. Anglosakson duruşunu Julia’nın salaş, umursamaz, telaşlı ve vicdanlı görüntüsüne uydurmakta hiç sıkıntı çekmiyor. Swinton, saatini saniyesi saniyesine Julia’ya ayarlamış diyebiliriz. Filmin geneli göz önüne alındığında herhangi bir ikna problemi yaşanması durumunda bunun sorumlusu Swinton değil, olsa olsa Julia’nın bencil kişiliğini vicdanıyla yüzleştirme sürecini yeterince kabul edilebilir kılamayan, Stockholm Sendromu’nu da bu doğrultuda silikleştiren Zonca senaryosudur. Yine de görüntü estetiği, sürükleyici yapısı ve en önemlisi Tilda Swinton’ın en iyi performanslarından biri için izlenmesi gereken bir film “Julia”.
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com