Tayfun Pirselimoğlu’nun ikinci uzun metrajlı filmi olan Rıza, İstanbul’un gölgede kalan yerleşim yerlerinden insan manzaraları aktarırken, Rıza karakterinin yaşadığı içsel çatışmayla da özelinde Dostoyevskiyen bir anlatım tarzı benimsiyor. Rıza’nın kendi vicdanıyla hesaplaşması devam ederken, bir yandan da gölgede kalan ve hayata bir şekilde tutunmaya çalışan insanların vicdanları, suç ve günahla yaşamanın ağırlığı, işsizliğin insanların yaşamlarına etkisi gibi daha geniş çaplı değerlendirilebilecek konular da gündeme geliyor. Pirselimoğlu, Rıza karakterine yoğunlaşırken, toplumsal arka planı da canlı tutmayı ihmal etmiyor. İstanbul’u ve kayıp insanları birer fon olarak kullanmaktansa, onları da hikayeye dahil ederek, Rıza’nın vicdanıyla hesaplaşmasını daha geniş çerçeveden veriyor.
Sıradan bir kamyon şoförü olan Rıza, kamyonun bozulması sonucu bir çıkmaza giriyor. Kamyonu onun hem ekmek teknesi hem de yaşamını anlamlandıran önemli bir simge. Bu yüzden kamyonunun bozulması Rıza’nın hayatında önemli bir eşiği de işaret ediyor. Hayatının devamlılığını sağlamak için Rıza’nın kamyonunu tamir ettirmesi lazım. Fakat bunun için çok fazla para gerekiyor. Tanıdıklarından da beklediği yardımı bulamayan Rıza, güçlünün güçsüzü ezdiği acımasız bir dünyada ayakta kalmanın yollarını arıyor. Önce ufak çaplı suçlarla ayakta kalmaya çalışıyor. Sonra hırsızlık yapmayı deniyor. Bir başarısız denemeden sonra ise, gözü iyice kararıyor. Ezilen olmaktansa, ezmeyi tercih ediyor.
Pirselimoğlu ilk uzun metrajlı filmi Hiçbiryerde’de yine vicdan konusuna değinmişti. Oğlunu arayan bir kadının hikayesinden bir toplumun vicdanını sorgulayan yönetmen, Rıza’da ise Rıza karakterinin vicdani sorgulaması üzerinden toplumda Rıza gibi başka kayıp insanların da vicdanlarına bizi ortak ediyor. Rıza işlediği suçlardan dolayı kendini kötü hissederken, gittikçe daha da huzursuzlaşırken, onun etrafındaki insanların da ona benzer suçlar işlediği ve aslında kimsenin vicdanının rahat olmadığını görüyoruz. Herkes bir şekilde hayatın acımasızlığından nasibini almış ve kire bulaşmış. İstanbul’un arka sokaklarında bakımsız bir otelde sıkışıp kalan karakterler aracılığıyla küçük bir kayıp insanlar dünyası resmeden yönetmen, işsizliğin ve işsizliğin getirdiği ya da getirebileceği sorunlara da parmak basıyor.
Büyük balığın küçük balığı yuttuğu, suçun kanıksandığı, ışıltılı kent yaşamının göbeğindeki gettolardan aktarılan hayatlar, bir yanıyla da tıpkı televizyonların insanlarda yarattığı sanal rahatlık ve huzur hissini bozarcasına filmin ağırlık merkezini oluşturuyor. Pirselimoğlu, metropolün ortasındaki gettoyu ve televizyonun uyuşturucu etkisine karşın hayatın gerçeklerinin şok edici sonuçlarını bir arada vererek, insanların algılarını da sarsmaya çalışıyor. Gündelik hayatın içinde herkesin görmezden geldiği bu kayıp yaşamlar teker teker su yüzüne çıkarken, televizyon karşısında edilgin bir seyirciden öteye geçmeyen insanlar da bu kayıp karakterlerin yaşantılarını bir anlamda dışa vuruyor. Kendine yabancı kalan ve hayata seyirci olan bu insan kalabalığı gettodaki yaşamı da bizlere özetlemiş oluyor. Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi Pirselimoğlu’nun Rıza’sı da aslında hayatın karmaşası içinde insanoğlunun yalnızlığını, akla karanın kolayca ayırt edilemeyeceğini, suç kadar suça zemin hazırlayan ortamın da önemli olduğunu göstererek, kendi vicdanlarımızı muhakeme etmemizi sağlıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com