İngiltere’de yabancı işçilere istihdam sağlayan bir kurumunda çalışan Angie, erkek iş arkadaşlarıyla yaşadığı bir tartışmanın ardından işten çıkarılır. Ödemesi gereken bir sürü borcu varken birden bire ortada kalır. Dul olduğu ve çok yoğun çalıştığı için ilkokulda okumakta olan sorunlu oğlu Jamie’yi anne-babasına emanet etmiştir. Yine de hırslı ve girişken kişiliği sayesinde fazla beklemeden ev arkadaşı ve en iyi dostu Rose ile birlikte kendi istihdam ajansını kurmak için harekete geçer. Ama korsan olarak çalışacağı için vergi manevraları yapmak, bu iş ile uğraşan istihdam mafyasıyla ve iş sağladığı göçmen işçilerin sorunlarıyla uğraşmak sanıldığı kadar kolay olmayacaktır.
BBC’nin ilan ettiğine göre İngiltere’deki iş gücünün yüzde sekizini yabancı işçiler oluşturmakta. Fakat hükümet yetkililerinin açıkladığı rakamlar çelişkili. Mesela yakın zamanda İçişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre son 10 yılda ülkeye gelen göçmen sayısı 800 bin civarındaydı. Ancak bu sayı sonradan 1 milyon 100 bin olarak düzeltildi. Hatta verilen bu yanlış bilgiden dolayı bakanlık parlamentodan özür bile diledi. Zaten İngiltere ne zaman serbest dolaşım konusunda kısıtlama yapmayacağını açıkladıysa, alacağı göçmen sayısı konusunda hiç doğru tahminde bulunamadı. İngiliz Parlamentosu da göçmen meselesi yüzünden parçalara bölündü. Muhafazakarlar ve hatta İşçi Partisi’nin bazı bakan ve vekilleri serbest dolaşıma karşı olup, kotalar getirilmesini savunurlarken, hükümet bu politikasının arkasında durmakta. Çünkü göçmen işçilerin inşaat, gıda, servis sektörlerinde önemli bir boşluğu doldurduklarını belirtiyorlar. Göçmen aileleri ile ilgili açıklanan rakamlar da çarpıcı. Son iki yılda İngiltere’ye gelen 450 bin civarındaki göçmen işçi, yanlarında eş ve çocuklardan oluşan yaklaşık 40 bin gibi bir rakamı da beraberinde getirdi. Hala da Avrupa’dan çok sayıda göçmen alımları devam etmekte. Tabi ki göçmen alımlarının ciddi bir “göçmen sorunu”na dönüşmesi de kaçınılmaz oldu. İsveç gibi bir ülke, aldığı göçmenlerin haklarına son derece saygılı davranarak onların entegrasyonlarını sağlamaya gayret ederken, aynı özeni göstermeyen İngiltere’nin bunu soruna dönüştürmesi doğal karşılanmalı. Öte yandan ciddi barınma, beslenme ve uyum sorunları yaşayan göçmenler için sosyal ve psikolojik yıkımlar da işin bir başka önemli boyutunu oluşturmakta.
Emektar sinemacı Ken Loach’un 1996 yapımı Carla’s Song’dan itibaren beraber çalışmaya başladığı senarist Paul Laverty’nin kaleminden çıkma It’s A Free World.., işte bu yabancı işçi ve göçmen sorununa farklı bir mercekle bakmaya çalışıyor. Farkı ise Loach-Laverty ortaklığının ürünleri olan Carla’s Song, My Name Is Joe, Bread and Roses, Sweet Sixteen, Ae Fond Kiss, The Wind That Shakes The Barley’de hissedilen gerçekçi sinema anlayışı. Tüm bu filmlerle It’s A Free World.. arasında benzerlikler bulmak mümkün. Ama bu filmlerin tümünü ve Loach külliyatının diğer filmlerini ele aldığımızda karşımıza belli özellikler çıktığını görürüz. Ken Loach, muhalif tarafını her zaman keskin tutmuş, hatta zaman zaman muhalefete bile muhalefet olmuş ve siyaseten sert söylemlerden güç almış bir yönetmen. Avam kamarasına çomak niyetine kamerasını sokmuş, İngiltere’nin taşını toprağını ise set niyetine mesken tutmuş, ortasına da sadece isimleri-cisimleri hayal ürünü olan, gerçekleri hayatın içinde çokça bulunan karakterler yerleştirmiştir. Bunu yaparken elbette bazı yapılarında didaktik olmuş, sloganlaşmıştır. It’s A Free World..’de de didaktik bir anlayışın hissedilmesi normaldir. Fakat birçok filmde negatif bir tanım olarak zikrettiğimiz didaktik tavır, bazı Ken Loach filmlerinde ve özellikle konumuz olan It’s A Free World..’de gerçeklikten kopmayan dramatik yanı çok güçlü hikayelerle beraber işlendiğinde adeta bir gereksinim halini alıyor. Ken Loach ismiyle birlikte aynı cümlede geçen politik tavırın yanında aslında hep güçlü ve evrensel bir sosyal duyarlılık da olmuştur. Yani işin siyasi tarafı fazlaca göz önündeyken, bunun sosyolojik ve psikololojik yansımaları gözardı edilebilmiştir. Kabul etmek gerek, 2006’da Cannes’da Altın Palmiye alan The Wind That Shakes The Barley, didaktik yönü fazla bir filmdi. Tarihsel dokusu gereği buna mecbur olduğu da söylenebilir. Ama It’s A Free World.. ustanın My Name Is Joe’suna biraz daha yakın olmasına karşın her ikisi de, hangisi daha güçlü karşılaştırması yapılmayacak kadar iyi filmler.. Ken Loach’un politik eleştirilerini sinema sanatıyla bütünleştirmiş bir kurmaca öykü/karakter aracılığıyla sunduğu kalburüstü yapımlar olarak gerçekten saygı duyulası işler. Hele de son dönem usta yönetmenlerin son filmlerinde uğradıkları başarısızlıklar akla geldiğinde Ken Loach’un istikrarlı sineması nefes alınacak alanlar yaratmayı hala beceriyor.
It’s A Free World..’de Loach’un ele aldığı göçmen meselesi, göçmen işçiler düzleminde ele alınıp, sonrasında daha geniş açılımlarla serpilen güncellikte sunuluyor. Ama bunca siyasi değiniden sonra sanılmasın ki filmin her karesi siyasi taşlamalarla seyirciyi bunaltır nitelikte. Tam tersi, filmin her karesinde görünen Angie karakterinin bünyesinde bu değiniler gerçekçi ve akıcı biçimde yerini alıp hedefini buluyor. Üstelik Angie bütünüyle eleştirel bir Ken Loach objesinden ziyade, şaşırtıcı biçimde artık Loach’dan, Laverty’den çıkmış bir birey olarak hayata tutunmanın sembolü halinde önümüze geliyor. 2000’ler İngiltere’sinde dul ve çocuklu çalışan bir kadın olan Angie, hırslı, gözükara, girişken, tezcanlı, oportunist ve özgür bir senaryo karakteri olarak son derece inandırıcı. Bunda sürpriz biçimde bu film öncesine kadar sadece bir dizi bölümü tecrübesi bulunan Kierston Wareing’in kelimenin tam anlamıyla büyüleyen oyunu yanında, Laverty’nin ona biçtiği “kurtlar sofrasına düşmüş idealist” kimliğini üzerinde çok iyi taşıyan yaratıcılığı da etkili. Rahatlıkla Angie yerine bir erkek karaktere de uyarlanabilecek bu kimliğin güçlü bir kadın olarak tercih edilmesi, erkek egemen politika ciddiyetinin taşlamasını yapan Loach hissiyatı bünyesinde çok daha renkli ve özdeşleştirici olmuş. Vasıfsız yabancı işçilere organize bir şekilde iş bulan, iyi bir amaç uğruna yasalardaki boşluklardan faydalanmaya çalışan, hatta aralarından Iraklı Mahmut ve ailesi gibi spesifik örneklere bile yardım elini uzatmaktan çekinmeyen bir iyilik meleği Angie.. Ancak yaptığı iş dışında özel hayatına dahil sorunlu bir evladı ve özgür bir cinsel yaşamı da bu hikayeye katmak, sözünü ettiğimiz “politik bir meseleyi ele alma” sıkıcılığını tamamen ortadan kaldırıp, çok daha ilgi çekici bir yola sokuyor. Böylece göçmen işçi sorunu yanında Angie gibi gerçek bir karakteri son derece çekici bir kadın, sorumlu olduğu kadar sorunlu bir anne, gözünü budaktan sakınmayan bir arkadaş, ebeveynlerine mesafeli bir evlat kimliklerinde de tanıma şansı buluyoruz.
Öte yandan, başlangıçta yola çıkılan ideallerin gerçekleşmesinin ve beraberinde maddi-manevi tatmine ulaşmanın sebep olduğu kişilik değişiminin kıvrımlarını da çok iyi tasarlamış olan Laverty senaryosu, hem Angie, hem onu canlandıran Kierston Waering sayesinde bu değişimin bedellerini de hesaba katmış bir duyarlılıkta ilerliyor. Her ne kadar bu geçiş biraz hızlandırılmış biçimde sunuluyor gözükse de, Laverty-Loach-Wareing üçlüsünün almış olduğu tüm önlemler ve tuttukları köşe başları, bu geçişi yumuşak olduğu kadar sağlıklı halde gerçekleştiriyor. Arada pas geçilen detayların sadece meyvenin kabukları olacağı fikrine sahip ve bir an önce meyveye ulaşma hakkını savunmakta.. Angie’nin kariyer olarak yola çıkması, yükselişi ve değişimi dönemlerinin, hatta özel hayatının, Avrupa’nın en önemli sorunlarından biri olan göçmen sorunu ile iç içe verilmesi, üstelik bunun belki de amiyane tabiriyle “çaktırmadan” yapılması buram buram ustalık kokuyor. Mesela Angie’nin babasıyla parkta konuştuğu sahne bir baba kızın kuşak çatışmasıyla göçmen işçi sorununu o kadar güzel buluşturuyor ki, kusursuz bir akıcılıkla adeta hızlı ve anlaşılır bir özet çıkarıyor. Küreselleşmenin gölgesinde modern ülkelerin sömürülerini hala sürdüğü sosyal bir acı gerçek yanında, iş bulmaya çalıştığı Mahmut ve ailesine yardım eli uzatan motosikletli melekten, en iyi arkadaşı Rose’u kaybetmeye kadar gidecek 4X4 bir patrona dönüşen Angie’nin bireysel dramına mercek tutan It’s A Free World…, günümüzde özgür dünyanın ne anlama geldiğini en başta isminden vurguluyor.
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com