Unicef ve Dünya Gıda Programı ortaklığıyla hayata geçirilen bu projede, prodüksiyon masraflarını da hiçbir ücret almayan yönetmenler karşılamış. Aynı zamanda filmin bütün gelirlerinin de Unicef’e aktarıldığını belirtmekte fayda var. Projenin amacı; dünyanın farklı coğrafyalarında eziyete uğrayan, görmezden gelinen, istismar edilen sahipsiz çocukları dünyanın gündemine getirmek ve onlara az da olsa yardımda bulunabilmek. Bu nedenle, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan ve sosyal konulara da duyarlı olan yedi önemli yönetmenden yedi kısa film çekmesi istenmiş. Projede gerçekten çok önemli yönetmenler var. Harem’de Çay filmiyle tanınan, Cezayir doğumlu Fransız yönetmen Mehdi Charef, Balkanların en iyi yönetmeni Emir Kusturica, Amerikalı Spike Lee, City of God’ın yönetmenlerinden Brezilyalı Katia Lund, Ridley Scott ve yönetmenliğe yeni başlayan kızı Jordan Scott, İtalyan yönetmen Stefano Veneruso ve Çin’in dünyaca ünlü yönetmeni John Woo. Bu kadar önemli yönetmenin kısa filmleriyle oluşan bir proje olduğu için, tek tek kısa filmlerden bahsederek projeyi açıklamakta fayda var.
Antoine de Saint-Exupery (The Little Prince)
Mehdi Charef’in bölümü, aslında bizlere bir Afrika gerçeğini özetliyor. İç savaşın içinde kalmış çocuklar, silahlı birer teröriste dönüşüyor. Ölümün kol gezdiği bu coğrafyada, küçük yaşlarından itibaren birer ölüm makinesine dönüştürülen çocuklardan biri olan Tanza; mensup olduğu çetenin reisi tarafından bir okulu bombalamakla görevlendirilir. Okula giren Tanza, tahtadaki yazılara bakar ve bu fikrinden vazgeçer. İç savaşı ve çocukların, çocukluklarını yaşayamadan birdenbire yetişkin birer suçluya dönüşme sürecini hatırlatan ve eğitim eksikliğini vurgulayan bu kısa film; arka planıyla çok gerçekçiyken, Tanza’nın içsel dünyasıyla da çocukluğun naifliğini taşıyor. Gerçekçiliğini çocukluğun saflığıyla birleştiren yönetmen, tutturması zor bir denge kurarak hikaye anlatmadaki yeteneğini de gösteriyor.
Kusturica alışık olduğumuz tarzda şarkı söyleyen ve hırsızlık yapan Balkan çocuklarını anlatıyor. Hikaye bir çocuk hapishanesinde başlıyor ve içerideki hayatın, dışarıdakinden daha iyi olduğu ironisiyle son buluyor. Her zaman ki gibi yüzeydeki hikaye çok eğlenceli bir atmosferde gelişiyor. Ama hikayenin altında çok derin bir hüzün var. Hayatın zorluklarıyla mücadele etmeye çalışan, hırsızlığa zorlanan, şiddete maruz kalan çocukların yaşamları ekrana yansıyor. Bununla birlikte, Kusturica; umudu hiç eksik etmediği coşkulu dünyasıyla bu çocukları hayat çemberinin içine almayı da ihmal etmiyor.
Kusturica’nın neşeli anlatımından sonra, belki de bu yapımın en ağır ve göz yaşartıcı bölümüne geçiyoruz. Spike Lee, bir yönetmenden çok daha fazlası olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Uyuşturucu bağımlısı ve AIDS’li bir ailenin, AIDS’li doğan kız çocuğunun yaşamı üzerinden; ülkesinin ve gençlerin sorunlarına değiniyor. Irak Savaşı’na, Afro-Amerikalıların kimlik bunalımına, cinsel tacize, çocuk istismarına, medyanın çocukları manipüle etmesine ve böylesi bir dünyada “yaşamak” üzerine o kadar güzel ve anlamlı bir bölüm ki… AIDS’li olarak yaşamanın zorlukları bir yana, toplumun ve gençlerin bu insanlara bakış açısının darlığı da bölümün esas unsurlarından birini oluşturuyor. Spike Lee, Amerika’nın kayıp çocuklarını, “çocuk olma” teması üzerinden çok derinlikli ve dokunaklı bir şekilde özetliyor.
City of God’ın yönetmenlerinden Katia Lund, Bilu ve Joao isimli iki sokak çocuğunun yaşamını anlatıyor. Bu bölümde hayat, çocukların gözünden aktarılıyor. Çocuklar hayatı nasıl görüyorsa, yönetmen de kamerasını o bakış açısına göre ayarlıyor. Bunun dışında, sokaklarda suça bulaşmadan da dürüstçe yaşanabileceğini gösteren, umut dolu bir bölüm. İki küçük çocuğun dürüstçe yaşamak için sarf ettiği çabayı gördükten sonra, Brezilya’daki o kadar uyuşturucu satıcısı çocuğun yitip giden hayatlarına ise üzülmemek elde değil. Tabii yönetmenin bu bölümde konu aldığı iki çocuğun hikayesinin gerçekçiliği tartışılır. Kimi yerlerde fazla romantik ve iyimser olduğu su götürmez. Yine de insana umut aşılayan bir tablo çıkardığı kesin.
Ridley Scott ve kızı Jordan Scott’ın yönettiği Jonathan, bir savaş muhabirinin çekmiş olduğu resimler sonucunda ruhsal bir sorgulamaya girişmesiyle başlıyor. Bu kısa film, aynı zamanda meşhur akbabanın beklediği Afrikalı kızın resmini çeken ve bu resimle Pulitzer ödüllü kazanan, sonrasındaysa bunun ağırlığını kaldıramayarak intihar eden Kevin Carter’ı da anımsatıyor. Fakat bu sadece hatırlatma boyutunda kalıyor. Scott ailesi, kendi çektikleri Jonathan isimli bölümde; hiç barış ortamında yaşamamış olan savaşın çocuklarını anlatıyor. Birbirlerini koruyan, kollayan ve savaşın acımasız şartlarında bir arada kalmaya çalışan, içgüdüleriyle yaşayan, savaşın yitik çocuklarını… Kamera yönetimi,müzik kullanımı ve oyunculuklarıyla göze batan Jonathan, çocukları; büyümesine rağmen tekrar kendi çocukluğuna dönen Jonathan karakteriyle selamlıyor. Bu şekilde, yazının başında da alıntıladığım Saint Exupery’nin sözüyle de tematik bir bağ yakalıyor.
Bir dipnot vermem gerekirse, 2009 yılında, Ölü Ozanlar Derneği’nin bayan versiyonu şeklinde olacağı söylenen Cracks filmiyle ilk uzun metrajına imza atacak olan Jordan Scott’ı da dikkatle izlemekte fayda var. Sofia Coppola’da olduğu gibi, çok duyarlı bir kamerası var.
Napoli’de hırsızlık yaparak yaşayan iki çocuğun hayatına yoğunlaşan Ciro, aynı zamanda çocukların bu yola başvurmasının da nedenlerini sorguluyor. Sorunlu ebeveynlerin çocuklarına sahip çıkmayışını hatırlatan ve çocukların nasıl rehabilite edilerek topluma kazandırılması gerektiğine dair, kısa ve anlamlı bir bölüm. Brezilya’da sokak çocuklarına karşı girişilen acımasız ve insafsız mücadeleye karşı, İtalya cephesinden daha duyarlı ve umutlu bir bakış açısı geliyor. Müziğin ritmi üzerinden anlatımını şekillendiren yönetmen, çocuklara özgü eğlenceleri de vurgulamaktan geri durmuyor. Onların her şeye rağmen, sadece birer çocuk olduğu gerçeğini de gözler önüne seriyor.
Aksiyon filmleriyle ve kara film türüne getirdiği yeniliklerle bütün dünyayı etkileyen John Woo, bu sefer kendisinden hiç beklenmeyecek kadar dokunaklı bir filme imza atıyor. İki küçük kızın hikayesinin birbirine paralel biçimde anlatıldığı kısada, John Woo; özetle farklı yönlere giden iki küçük kızın kocaman kalpleriyle neler yapabileceklerini de bizlere gösteriyor. Önce ailesi dağılan, zengin olmasına rağmen mutsuz bir kız çocuk kadraja giriyor. Annesiyle babası anlaşamadığından dolayı ayrılan, bu ayrılığı kaldıramayan annesini teselli etmeye uğraşan bu küçük kız madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde ise, bebekken sokağa bırakılmış, ayağından sakat bir sokak çocuğu var. Sokaklarda yaşamasına rağmen, tek hayali aslında okula gitmek. Birbirinden farklı hayatlara sahip, biri zengin ama mutsuz, diğeri de fakir ama umut dolu bir çocuğun hikayesinin anlatıldığı kısa film; o kadar basit ve yoğun ki… Filmi izledikten sonra ağlamamak için duygusuz olmak gerekiyor. Küçücük kalpleriyle çok büyük şeyler gerçekleştiren bu iki küçük kızın hikayesi, pek çok insana da ibret verecek denli güçlü…
Koştuğunda duyulur mu yürek sesi?
Korkusuzluğun bedeli nedir?
Hiçbir şey düşünmemek, beyinde koca bir boşluk, neyin sonucudur?
Öğret bana, yeniden anlat!
Öğret bana yeniden!
Yazın kokusu neye benzer?
(Tina Turner & Elisa – Teach Me Again)
Genelde kısa filmlerin toplanmasından oluşan projeler hiç tat vermez. Çoğu uyumsuz, karışık ve savruk yapımlardır. Ya yönetmenler çektikleri kısa filmlerle ana fikrin önüne geçer, ya da projeyi yeterince anlayamamaktan doğan iletişim eksiklikleri ve bütünlük sorunu baş gösterir. Ama All the Invisible Children bunlardan çok farklı. Bir kere bütün yönetmenler ana temayı çok iyi özümsemiş ve kendi teknik becerilerini bu ana temanın önüne geçirmemiş. Her hikaye sahipsiz ve görünmez çocukları anlatıyor ve hepsi de çocukların gözünden anlatılıyor. Yetişkinlerin bakış açısıyla çocukların dünyası resmedilmiyor. Bu klişeden kurtulmak bile başlı başına bir iş zaten. Bunun üstüne birbirinden değerli kısa filmlerle de ana tema çok güzel özetleniyor. Film bittiğinde, bize bu değerli çalışmanın önünde saygıyla eğilmekten başka yapacak bir şey kalmıyor. All the Invisible Children; hassas, dokunaklı ve zarif bir toplama. Zaman zaman gerçekçiliğin ve romantizmin öne çıktığı bölümler olsa da, genel olarak bu tonları çok dengeli bir şekilde harmanlayan ve asla sömürüye kaçmayan kısalardan oluşuyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com