II.Dünya Savaşı’nın ardından, dönemin Amerikan filmleri gecikmeli olarak Fransız sinemaseverlerle buluşurken, 1941 yapımı John Huston başyapıtı Maltese Falcon’un başını çektiği bazı filmler, önceleri polisiye türü içerisinde değerlendirilseler de, hayata karşı hayli karamsar bakış açıları dolayısıyla Fransız sinema yazarları tarafından yepyeni bir isimle selamlandılar: Film-Noir.
İşte bu tarz filmlere karşı büyük bir hayranlık besleyen Jean Pierre Melville, 1955 yılında yönetmenlik kariyerinin dördüncü filmi olan Bob le Flambeur ile, zaman içinde arka arkaya sıralayacağı başyapıtlar sayesinde, adını kendi adıyla özdeş bir hale getireceği film-noir türüne ilk adımını attı.
Melville, “Garip hikayemiz işte burada, Montmartre’da başlar.” sözleriyle açılan bu filminde, gençliğinde usta bir hırsız olan ancak yıllar önce işlerin yolunda gitmediği bir banka soygununun ardından hapsi boylayıp, hapisten çıkınca da kirli işleri bırakan Bob Montagné nam-ı diğer Kumarbaz Bob’un hikayesini anlatır bizlere. Aslında ilk bakışta, özellikle de bugünün seyircisi için pek garip bir hikaye yoktur ortada. Zira formül oldukça tanıdıktır bu tür filmlere aşina olanlara: Adı sokaklarda efsane haline gelmiş tövbekâr bir hırsız, kasasında 800 milyon frank bulunan bir kumarhanede kurpiyer olarak çalışan eski bir tanıdık, bir tesadüf, bir sohbet, bir plan… Hedef malûm: Son bir vurgun, ödülü hayatın sonuna dek yetecek olan.
Ancak boşuna değil filmin başında söylenen sözler. Üzerinden geçen 50 yılı aşkın süreye, aynı noktadan hareketle çekilen onlarca filme rağmen, sinema tarihinde hâlâ tümüyle benzersiz bir noktada, büyüsünden hiçbir şey kaybetmeden durmayı başaran bir film Bob le Flambeur. Peki ama nedir bu büyüyü yaratan? Melville’in yönetmenliğini üstlendiği 13 filmden yedisinde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Henri Decaë’nin hüzünlü çerçeveleri mi; yoksa Eddie Barclay & Jo Boyer ikilisinin filmin daha ilk dakikasından itibaren insanı bambaşka dünyalara götüren müzikleri mi? Bob’un, sokaklardan kurtardığı fahişe ruhlu Anne’i, kendisini de hapse düşüren Rimbaud Bankası soygununda kaybettiği eski ortağının o günden bu güne yanından ayırmadığı oğlu Paulo’nun kollarına bırakan asil aşkı mı; yoksa yıllar önce hayatını kurtardığı Komiser Ladru ile olan imkansız dostluğu mu?
Kısacası Melville, öncelikle izleyeni kendinden geçirecek güzellikte, melankolik bir dünya kuruyor. Ardından, son bir vurgun için kolları sıvayan usta bir hırsızın tutkusu, iki yakın dostun birden kalbini çalan meşum bir kadının aşkı ya da suçun ve kanunun farklı taraflarında yer alan iki adamın arkadaşlığı gibi tanıdık temalarla süslediği bu dünyayı eşine benzerine rastlanmayacak özgünlükte bir finale bağlayarak baş döndürücü bir karışıma ulaşıyor. Bu noktada Umberto Eco’nun kült filmler için söylediği “Her filmden bir parçanın, tarihsel mitlerin ya da filme uygun olarak yeniden işlenmiş sinemanın klasik mitlerinin yer aldığı metinlerarası bir gezinti.” tanımından yola çıkarak Bob le Flambeur’u kusursuz bir kült film olarak görmek de mümkün.
Hal böyle olunca, Bob le Flambeur’un çekildiği günden bu yana sayısız filme esin kaynağı olmasına da şaşırmamak gerekiyor. Film bugün 1950’li yılların sonlarından itibaren sinemada bir devrim yaratacak olan yeni dalga akımının öncü filmleri arasında gösterilirken, ünlü sinema yazarı Roger Ebert işi bir adım daha öteye götürerek Bob le Flambeur’u, yeni dalga akımının ilk filmi olarak kabul etmek gerektiğini savunuyor. Filmle ilgili eleştirisinde bu konuya değinen bir diğer sinema yazarı olan Brian Frye’ın yaklaşımı ise Roger Ebert’dan biraz daha farklı: “Godard’ın da birkaç kez ifade ettiği gibi ‘Bob le Flambeur’ olmadan belki ‘A Bout de Souffle’ de yapılmış olmazdı. Ama yine de yeni dalga akımını başlatan film ‘Bob le Flambeur’ değildi. O sadece takip edilmesi gereken yolu işaret etti.”
Yeni dalga akımının yanısıra gerek dibe vurmuş kahramanları, gerekse melankolik yapısıyla günümüz yönetmenleri için de hayranlık uyandırıcı ve sinemaları üzerinde oldukça etkili bir film Bob le Flambeur. Örneğin buraya tıklayarak, 1996 yılında çektiği Ghost Dog ile bir diğer Melville şaheseri olan Le Samouraï’ye kendince bir yorum getiren Jim Jarmuch’un en sevdiği 10 film listesinin 4.sırasına hangi filmi layık gördüğüne bakabilirsiniz. Ya da filmde Komiser Ladru’nun Bob’u yemeğe davet ettiği sahneyi izlerken günümüz ustaları arasında sinema anlayışı bakımından Jean Pierre Melville’e en yakın isim olan Michael Mann’in Heat filmindeki o ünlü kafe sahnesini aslında hangi filme borçlu olduğumuzu kendi gözlerinizle görebilirsiniz.
Bu liste uzar gider tabii ama arada bir filme daha değinmeden geçmemek lazım: The Good Thief. Bob le Flambeur’un yeniden çevrimi olan ve yine usta bir yönetmenin, Neil Jordan’ın imzasını taşıyan bu film ise tek başına değerlendirildiğinde ortalamanın üzerinde bir suç filmi olarak kabul edilebilmesine rağmen, maalesef bir yeniden çevrim olarak orjinal filmin yanına bile yaklaşamayan bir deneme.
Ve son olarak, buraya kadar bahsetmeye çalıştığım tüm büyüleyici özelliklerinin dışında sadece ama sadece, sabah at yarışlarında doldurduğu cebini, akşam kumar masasında boşaltıp, “Önemli değil, ben avucumun içinde bir as ile doğmuşum” diyecek kadar karizmatik bir kaybeden olan ve kimin ne zaman kazanacağı ya da kaybedeceği belli olmayan bir kumar oyununu andıran hayatın, kendisine dağıttığı ele hiçbir zaman aldırmadan, centilmence oyununu oynayan Bob Montagné rolünde, bembeyaz saçları, delici bakışlarıyla unutulmaz bir film-noir kahramanına hayat veren Roger Duchesne’in muhteşem performansı için bile defalarca kez izlenebilecek bu unutulmaz klasiği, hem sinema tarihinin kilometre taşlarından birini keşfetmek, hem de gerçekten sıkı bir film-noir izlemek isteyen tüm sinefillere şiddetle tavsiye ederim.
Latif Güven
bob.leflambeur@mynet.com