El Custodio yalnız bir film. Bir bakanın yakın koruması olan Rubén’in yalnızlığı aslında hiç de yeni değil. Zaten yalnızlığın eskisi yenisi olur mu, onu da bilemiyorum. Gece gündüz koruduğu bakanın hep bir adım arkasında ya da kapısında. Bakanın eşini işe bırakıyor, sonra metresine götürüyor, onun şımarık kızının, hatta onun erkek arkadaşının özel şoförlüğünü yapıyor. Kendine kalan zamanlarda karakalem çizimler yapıyor, obsesif ve geveze kızkardeşi ile ilgileniyor, parasıyla renksiz bir cinsel hayat satın alıyor. Kağıt üzerinde çok çekici duran bu hikaye, bence ne yazık ki kağıt üzerinde kalıyor.
Filmi anlamak için belki önce koruma mesleğini anlamak gerek…diye düşünmeye bile gerek bırakmayan bir film. Korunanları zaten biliyoruz. Halk veya onun temsilcileri tarafından getirildiği konumda, sınıf atlayıp halkla arasına mesafe koyanlar diye biliyor olsak da, kimi zaman o halkın düşmanca tavırlarından, yakınlık kurma çabalarından, aptalca sevgi gösterilerinden çekinen insanlar diye haklı bir saptama da yapabiliyoruz. Fakat koruyanların korunanlardan daha enteresan bir konumları olduğu kesin. Bir kere bu meslek teknik gereksinimler dışında yoğun miktarda sabır, sadakat ve dikkat gerektiriyor. Bir başkasının gölgesi olmak, onun omuzları üzerinden dünyayı görmek, onun için gerektiğinde hayatını feda etmek.. Kulağa aşkın tarifi gibi geliyor. Eğer işin içinde sevgi, saygı, sadakat yoksa bu saydıklarımız ancak para için yapılır. Para için hepimiz sabrediyoruz, ama böyle bir meslek için canını ortaya koymanın anlaşılabilmesi uzun yollar katediyor. Bu koruma işi, koruyucunun sempati, empati, telepati kuramadığı biriyle olunca koruyanı kim koruyacak diye düşünüyor insan. Mesela 6 yıl boyunca Bülent Ecevit’in koruma müdürü ve yakın koruması olarak görev yapmış olan Recai Birgün’ün televizyon görüntülerinde o sevgi, saygı ve itinayı görmek mümkün olabiliyordu. Ecevit’in sırdaşı, hatta manevi evladı olduğu inanışları hakimdi. İşte böyle bir ilişkide, koruma görevine daha farklı bir anlam yüklememiz olasıdır.
El Custodio’yu yazan-yöneten Rodrigo Moreno, özünde malzemesi bol bir karakter tasarlamış. Ama bence aynı tasarımı anlatımda hiç beceremiyor. Kendi dizayn ettiği Rubén’e sinemasal açıdan o kadar haksızlık ediyor ki, yenir yutulur cinsten değil. Aktör Julio Chávez’in hayat verdiği koruma Rubén, sessizliği, donuk bakışları, saygılı, şüpheli ve düşünceli duruşuyla harika bir anti-kahraman olarak işlenmeyi bekliyor. O Rubén ki, tasarım olarak artık Moreno’nun elinden çıkmış, bağımsız bir ruh olmuş.. Ama o Moreno ki, bu tasarımını kendi silik, zayıf ve sıkıcı senaryosunun tepesine koymuş. Bağımsızlığını elinden alıp, kendi bağımlılığına kurban etmiş.Manalı manasız bakışlarıyla bile bir sürü şey anlatan Rubén, en trajik anti-kahramanlardan biri olup, yer altı sinemasında etkisini uzun süre koruyabilecek bir figür olacakken, Moreno bu adamı iç bayıcı, uzun ve gereksiz planlarına hapsetmiş. Tabiî ki The Bodyguard veya aksiyon canavarı bir ucube beklemiyoruz. Ve tabii ki bir karakter, yazar/yönetmeninin yorumuna mahkumdur. Herkesin onu ve hikayeyi sevme zorunluluğu yoktur. Rubén’in boyutlarıyla oynayıp, onu oyuncak ettiğinde Moreno gibilerin derdi bizi gerebiliyor işte.. “Önemli bir politikacının koruması işine o kadar bağlıdır ki, kendi kimliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır” diyor sinopsiste.. İyi güzel de, o kayboluşu bize bu senaryo, bu olay örgüsü ile mi anlatacaktı? O bir sürü şey söyleyen bakışların anlatması elzem hissiyatları yerine, Moreno sıkıcı sekanslarla bizi Rubén’in rutinine uydurmaya çabalıyor. Uzun uzadıya kapıların önünde bekletiyor, gereksiz bir Çin lokantasına götürüyor, orada saçma sapan bir karaoke dinletiyor, kızkardeşinin çok konuşan ama hiç bir şey anlatmayan gevezeliği ile eziyet ediyor, bakanın kızını gezdiriyor, arabada da saçmalamayı sürdürüyor, makara makara film harcıyor.
Minimalist yapısıyla derdini çok iyi anlatabilmiş nice film gördük. Ama içinde Rubén’in olduğu bir film öyle değil işte.. Onunla ilgili söylenmesi, yaşanması gereken etkileyici yalnızlık parçacıkları böylesine ucuz sözde minimalizm ile geçiştirilmemeliydi. Rubén, modern çağın yalnızlığı ile eski zaman asaleti arasında sıkışmış, hem çevresine, hem kendisine ilan edemediği bağımsızlığının açtığı yaralarla mücadele etmek zorunda kalan bir birey olamamış. Olduğunu düşünenler Rubén’e haksızlık ederler. Moreno, Rubén’i resmen harcamış. Mutlaka harcayacaktı, hatta harcamaz ise garip kaçardı. Ama Rubén’in asıl harcanışı maalesef onun alınıp El Custodio diye bir filmin içine konulmasıyla oluyor. Moreno’nun Rubén’i ve tabi Rubén’in kendini azad ediş biçimi belki de bu yüzden altı oyulmuş biçimde bir ruhsuzluk hissi uyandırabiliyor. Moreno şayet bu denli ruhsuz ise, keşke Rubén gibi bir karaktere bulaşmasaymış.
Hele o Rubén’e yüklenen çizim merakı ve yeteneğine ne demeli? Bu sığ hikayeye katkısı ne? Oysa ne güzel bir giriş yapıldı: Bakanın Rubén’i çağırıp misafirlerinin kara kalem resimlerini çizdirmesi ve onun kendi bedenini olduğu kadar sanatını da otoritenin emrine sunmuş olma fikriyatı, ne de şık bir ikilem yarattı. Sanatın, burjuva ve sistem elinde nasıl oyuncağa dönüştüğünü ne güzel hissettirdi. De battre mon coeur s’est arrêté’deki Thomas’ın yaptığı iş ile iç dünyasının yansıması olan piyano yeteneğinden oluşan tezatın sağladığı paralel akıcılığın izlerini El Custodio’da aramak beyhude.. Aynen öyle bir tezattan yararlanılsın demiyorum. Sen Rubén gibi bir karaktere, bastırılmış sanat duygusunu bir uzuv gibi değil de, bir aksesuar gibi iliştirirsen, iyi yönetmen, iyi senarist değilsin. Tamam esas derdin o olmayabilir. Hikayene derinlik katmayacaksa o zaman bu yeteneği ona neden verirsin?
Film boyunca ya bencil, ya da fikirsiz dolanıp duran Moreno, her nasılsa filmin bir yerinde Rubén’i kocaman bir pencerenin önüne koyuyor. Bakanın toplantıdan çıkmasını beklerken pencereden denize bakıp “ben hiç denize girmedim” diyor Rubén.. İşte böyle hamlelerden bir Rubén çıkarmaktır marifet. Ama böylesi hamleler, filmin geneli düşünüldüğünde Moreno samimiyeti diye değil, Rubén yalnızlığı diye algılanıyor ister istemez. Yani Rubén’in sakinliğinin altında ne fırtınalar koptuğunu Moreno’nun değil, Rubén’in sayesinde hissediyorum. Bu senaryoda ne kadar anlayabiliyorsak artık.
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com