Kariyerinin başındaki maddi imkansızlıklarla boğuştuğu dönemlerde dahi, filmlerindeki politik ve muhalif tavrını koruyan Ken Loach, sınıf eşitsizliği ve işçi sınıfının sorunları üzerine çektiği birçok film dışında, insanların özgürlük mücadelelerini anlatan filmlerde çekmeyi ihmal etmedi. Özellikle Ken Loach sineması için dönüm noktalarından biri olan Hidden Agenda’da bu ikinci kategorideki filmlerinden. Loach’un en pahalı filmlerinden biri olan ve dönemin güçlü oyuncularını kadrosunda toplayan, aynı zamanda Cannes’ta Jüri Büyük Ödülü’de kazanan bu filmde, yönetmen İrlanda’nın Bağımsızlık Savaşı’na değinmişti. Daha sonra IRA yanlısı bir film olarak da ünlenen Hidden Agenda’daki, IRA ve İrlanda Bağımsızlık Savaşı konularını The Wind That Shakes the Barley filminde daha derinlemesine inceleyen yönetmen, bu sefer hikayesini iki kardeş üzerine kuruyor. Cannes Film Festivali’nde aldığı Altın Palmiye’nin de etkisiyle, belki de kariyerindeki en fazla kopya sayısıyla sinemalarda gösterilen son filmi, 1916’da başlayan ve 1920 yılında iç savaşa dönüşen, İrlanda’nın en karanlık dönemlerine ışık tutmaya çalışıyor. Arka planına böylesi sancılı bir dönemi almasına ve politik mesajlarına karşın film, iki vatansever kardeşin hayatına odaklanarak Ken Loach’un hümanist tavrından da nasibini alıyor.
Hikayenin odaklandığı iki kardeş; Damien ve Teddy, aslında geleceği parlak gençler. Teddy bağımsızlık mücadelesine gönüllü olarak katılıyor. Damien ise, doktor olabilecekken İngiliz askerlerinin ölçüsüz şiddeti karşısında, kendini bu mücadeleye adıyor. Ellerinde hurling (yerel sporları) sopaları ve basit tüfeklerle gerilla taktiği yapan İrlandalı kuvvetlere katılan Damien, aldığı eğitim ve savaşa bakış açısı yüzünden sürekli kardeşi Teddy ile tartışıyor. İkisi de aynı şeyi istemelerine rağmen, iki kardeşin yöntemleri birbiriyle tezatlıklar taşıyor. Teddy eyleme daha yatkınken, Damien fikirlerin gücüne inanıyor.
Düşman kuvvetlerine pusular hazırlanıyor, kayıplar verdiriliyor. Ama İngilizler sayıca çok olduklarından ve her yeri sardıklarından kısa süre sonra bütün bilgilere ulaşıyor. Onlara bilgileri verenler ise, IRA tarafından vatan hainliğiyle suçlanarak öldürülüyor. Üstüne bir de bağımsız yargıya karşı, savaşan askerler kendi adalet kavramlarını öne sürünce, sivil halk ve IRA arasında kısa süreli bir gerginlik başlıyor. Bunlar iç savaşa giden yolda önemsiz gibi görünen ama yavaş yavaş bir kopuşa gidildiğini gösteren ufak işaretler. Esas ayrılık ise, İngilizlerle sözde İrlanda Parlamentosu arasında yapılan barış antlaşmasından sonra gerçekleşiyor. Antlaşmaya göre, yeni bağımsız İrlanda’nın İngiliz hükümetinin bir bölgesi olarak kalacak olması, İrlandalıları tam anlamıyla ikiye bölüyor. Parlamentodakiler bu antlaşmaya sıcak bakarken, bağımsızlık mücadelesi veren taşralılar ise tam bağımsızlık istiyor, kızılca kıyamette bundan sonra kopuyor.
İrlanda’nın bölünmeye giden yoldaki ayrımlarını tek tek çok iyi betimleyen Ken Loach, bu yolda bazı kritik soruları da aklımıza bırakmayı ihmal etmiyor. Savaş döneminde adalet mümkün müdür sorusuyla izleyicilerini düşündürürken, öte yandan eğer bir toprak ve bağımsız ülke yoksa, ne için mücadele edilir gibi yanıtlanması zor bir soruya da değiniyor. Öncelikle bağımsız olmanın gerekliliğine vurguda bulunan yönetmen, kuşkusuz Hidden Agenda’da olduğu gibi bu filminde de IRA yanlısı olmakla suçlanabilir. Fakat kanımca esas anlatmak istediği mesele IRA veya İngiltere meselesinden çok, insanların bağımsızlık ve özgürlük kavramlarına sıkı sıkıya tutunduğu ve bunların engellenemeyeceği gerçeğini göstermek. İnsanları sindirerek, onların içine korkular bırakarak ve onları en temel haklarından mahrum ederek, onlar üzerinde bir egemenlik sağlanamayacağını vurgulayan yönetmen, insanların elinden özgürce seçim yapma haklarının alındığı için şiddet ortamının doğduğunu söylüyor. Bu özelliğiyle The Wind That Shakes the Barley, Braveheart gibi özgürlüğü savunurken diğer tarafa da körü körüne saldırmıyor. Dublin Lokavtı diye geçen, bir nevi İrlandalıların bağımsızlık manifestosundan pasajlar verirken bile, bunu İngilizlere karşı düşmanca duygular besleyerek yaptığını düşünmüyorum. Yine yönetmene kulak verirsek, “Bu filmde şiddeti işaret eden şeyler insanlarda ortaya çıkıyor.” diyerek, şiddetin belli taraflara mal edilmesi yerine, özgürlüğü elinden alınmış ve korkunun egemenliği altında bırakılmış insanlara ve geçmişte yaşanmış hataların sorumluluklarıyla yüzleşerek, bunlardan ders çıkarmanın gerekliliğine yöneldiğini görebiliriz. Bu açıdan bakıldığında da İngiltere’nin ve ABD’nin günümüzdeki politikalarını sorgulamamak elde değil. İrlanda gerçeği üzerinden, geçmişte yaşanılan acı deneyimler eşliğinde, insanlara şiddet ve baskıyla hiçbir şey yaptırılamayacağı gerçeğini su yüzüne çıkartan ve insanların geçmişte yaşanılan kötü tecrübelerden ders çıkarmaları gerekliliğini vurgulayan Ken Loach, güncel mesajını da bu yolla vermiş oluyor.
1921’deki antlaşmayla David Lloyd George, İrlanda’yı ikiye bölerek, iki İrlanda’nın yönetimini İngiltere’ye bağlı kıldı. Fakat o tarihten beri İrlanda’nın iki kanadı arasında bir antlaşma sağlanabilmiş değildi. Taa ki, geçtiğimiz yılın Temmuz ayı sonuna kadar. Geçen yılın Temmuz ayında, silahlı direnişi bırakarak demokratik çözüm arayışları içine gireceğini açıklayan IRA, belki silahlı direnişini bıraktı ama, 40 yıla yakın süredir devam eden mücadelenin nasıl sonuçlanacağı hala net değil. Ken Loach ve ekibi de, The Wind That Shakes the Barley ile İrlanda’nın bağımsızlık mücadelesi içinde insanların yaşadıkları sorunları, çektikleri acıları ve kaybettikleri yakınlarını ekrana yansıtarak, karanlık bir dönemin tekrar yaşanmaması adına objektif davranmaya çalışıyor. İnsanlarda objektif bir tarih bilincinin oluşması gerektiğine inanan senarist Paul Laverty’nin kaleme aldığı hikaye, Ken Loach’un duyarlı kamerasıyla birleştiğinde, bu bağımsızlık mücadelesinin insani yanları ön plana çıkıyor. İrlandalıların hala konuşmaktan çekindiği ve hepsinin üzerinde çok derin etkileri olan böylesi bıçak sırtı bir meseleyi, hele de ortamın yatıştığı bu günlerde anlatmak büyük cesaret isteyen bir iş. Kolay kolay provakatif amaçlar için kullanılabilecek bir konuyu, Ken Loach her zaman ki gibi insan yaşamına her şeyden çok değer veren, o kendine has insancıl ve bütünsel yaklaşımıyla ele alarak, altından başarıyla kalkıyor.
Son olarak filmin oyuncularına da bir parantez açmak gerekiyor. Başta Cillian Murphy olmak üzere, oyuncu kadrosunu İrlandalılardan oluşturan Ken Loach, bu sayede geçmişinde bu olayla ilgili bizzat yaşadığı izler olmasa da, bu olayların insanlar üzerindeki etkilerini iyi bilen oyunculardan daha gerçekçi ve güçlü performanslar almayı başarıyor. Özellikle Cillian Murphy’nin karakolda İngiliz polisine karşı, İrlandalıların demokratik haklarından bahsettiği sahnede, onun canlandırdığı karaktere nasıl yürekten inandığını da gözlemlemek mümkün. Doğduğu şehirde, kendi ülkesinin bağımsızlık hikayesinin anlatıldığı bir filmde oynamak Cillian Murphy için çok farklı bir deneyim olsa gerek. Cannes’da daha çok Ken Loach’a saygı amaçlı Altın Palmiye verilse de, The Wind That Shakes the Barley yönetmenin başarılı filmlerinden biri. Diğer filmlerine nazaran belki hikaye ve anlatım olarak daha kapalı, dil olarak daha ağdalı. Ama kendi içindeki bu kapalı yapısına rağmen, bir Ken Loach filmindeki bütün özellikleri içinde barındırıyor. Özgürlüğün ve adaletin yanında olan, hümanizmi devamlı ön planda tutan, siyasal söylemleri olan ve hepsinden önemlisi hala insanların bilinçlenmesine katkıda bulunmaya çalışan tavrıyla Ken Loach, geçtiğimiz Cannes Film Festivali’nde kazandığı ödülü de sonuna kadar hak ediyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com