İsveç‘ten dünya sinemasına Ingmar Bergman, Roy Andersson ve Lasse Hallström dışında belki istikrarını sürdüren büyük bir yönetmen yetişmedi. Yetişen yönetmenlerin de kendi iç dünyalarını, derinlikli ve evrensel bir bakışla filmlerine yansıttıkları düşünülürse, Moodysson‘un da İsveç‘e bir gömlek büyük gelmesi normal. Tıpkı Lars Von Trier gibi o da, yaratıcılığını ve eleştirelliğini çoğu zaman provakatif bir şekilde yansıtıyor. Günümüzde insanların tek tip bir tüketim kültürüyle sürüleştirildiğini ve sinik birer nesne haline getirildiğini göz önüne alırsak, izleyicileri sarsmak için böyle bir üslubun kullanılmasını da yadırgamamız gerekir.
Moodysson‘ın filmografisine kısaca bir göz gezdirdiğimizde Lilya 4-ever‘ın onun en sert ve karamsar filmi olduğunu fark ederiz. Yönetmen, şiddeti ve tecavüzü izleyicilerin yüzüne vurmakla birlikte, filmin finaliyle izleyeni intihara kadar götürebilecek karanlık bir tablo da çizer. Lilya daha on altı yaşındadır. Annesi ve teyzesi dışında ne bir akrabası ne bir tanıdığı vardır. Annesi de sevgilisiyle kaçıp gittiğinde, Lilya hayattan ilk darbeyi yer. Bu darbeden sonra ise, tecavüzler, dayaklar, yoksulluk, yalnızlık peşini bırakmaz. Bütün bu olan biten karamsar tablonun arka planında ise, sosyalizmden kapitalizme hızlı bir şekilde evrimleşen bir Rusya vardır. Fakat Moodysson filminin mekanını Rusya ile sınırlamaz. Resme geniş çerçeveden bakarak, “Cennet” diye tabir edilen, kendi ülkesi İsveç‘i de çekinmeden filminin aktörlerinden biri yapar. Başrolde bu iki ülke yer alsa da, Moodysson‘ın esas hedefi kapitalizm ve onun insanlar üzerindeki etkileridir. Sistem önce bireyleri birbirine yabancılaştırmıştır. Klasik aile hızla dağılma sürecine girmiştir. Yardımlaşma yerini çıkar ilişkilerine bırakmış, insanlar kutuplaşmaya sürüklenmiştir. İşsizlik çok fazladır, emek sudan ucuzdur. Bir de küçük ve imkanları sınırlı bir kasabadaysan hayat daha da ağırlaşır. Sistemin çarkları her köşe başında seni sıkıştırırken, yaşamak için bir nedenin de kalmaz. Lilya‘nın vakti gelmemiştir belki, ama yaşamak için bir nedeni de yoktur. Sistemin ve insanların bütün çirkinliklerini görmüş, bizzat bunlara kobay olmuştur. Bu kobay olma durumu ikircikli bir meseledir, aslında. Zira Lilya bu durumuna gelene kadar sürekli yanlış seçimler yapmış olsa da, doğuştan bir kere hayattan kazığı yemiştir. İlk kazığı belki de böyle bir dünya, böyle bir kasaba, böyle bir ailede dünyaya gelmek olur. Moodysson kaderi vurgulamak için, Lilya‘nın Britney Spears‘la aynı gün doğduğunu hatırlatır. Kim bilir belki aynı sene, aynı yerde doğsaydık ve bebekler değişseydi der… Ama bu kadercilikle de yetinmez Moodysson. Lilya‘nın talihi kötü yazılmış olsa bile, kanatlanıp çok sevdiği meleklere dönüşmeden önce seçimlerini tekrar gözden geçirir. Bir film şeridi gibi seçimleri ve kısacık hayatının yanlışları gözünün önünden geçerken Lilya‘nın, fark eder nerelerde yanlış yaptığını. Fark eder etmesine de… Ya doğruları yapsaydı… Ya bu yollara düşmeseydi Lilya… Sonuç farklı olur muydu acaba? Film biterken, Moodysson bu soruları da sormaktan geri kalmaz. Küçük, masum, hayalleri olan Lilya‘nın onca tecavüzüne, kamerasını tecavüzcüye tutarak bizi de ortak eden Moodysson bununla da yetinmemiştir. Bizi de sürükler, Lilya‘nın hayatını ve seçimlerini sorgulamaya… Yazının başında dedim ya, nesne olmaya, sürü gibi güdülmeye alıştırılmışız. Anca böyle sallanıp, silkelenip kendimize gelebiliyoruz. Ya da gelemiyoruz… En masum duygularımız onca insanın tecavüzüne maruz kalıyor. Bütün bu yaşananları ise herkes görmezden gelerek, suça ortak oluyor. Kadın ticareti, Rusya’nın kapitalizme ayak uydurma çabaları, İsveç’in cennet olmayışı… Aslında bütün bunlar bahane. Esas yakalanması gereken nokta, insanlığın nereye gittiği sorusu…
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com