Filmin açılışında teleferikleri görürüz. Teleferiklerin sonu gelmez bir tekrar içinde, aynı monotonluğu ve mekanikliğiyle sürekli gidip gelmelerini izleriz. Aslında teleferiklerin bu sıradanlığı, buradaki insanların sıradanlığını ve yaşamlarını da çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu uzun sekanstan sonra, yavaş yavaş kamera geriye çekilerek açı genişletilir, teleferikler pencerenin köşeleri arasında kalır. Biz camdan yağmuru izleyen Karrer’i tanımaya başlarız.
Film o kadar minimalist bir anlatıma sahiptir ki, karakterlerin isimlerini bile film içinde öğrenemeyiz. Normal bir filmle kıyaslandığında çok az diyalog vardır. SSCB daha dağılmadan önce, Komünist Parti iktidarında, küçük bir Macar yerleşim yerinde geçer film. Etraflarındaki hiçbir şeyin değişmemesi, bu ağır sıradanlık hali, burada yaşayan insanları, özellikle de Karrer’i deliliğin eşiğine getirir. Karrer bir şey yapmaya cesareti olmayan, korkaklığına bahaneler üreten, çaresiz bir adamdır. Sevdiği kadınla arası bozulmuş, kokuşmuş barlarda gezinen, hayatında değişiklik arayan biridir. İçindeki sevgiyi artık kaybetmiştir. Kendini özgür bırakmak ister, ama bunu bir türlü yapamaz. Sürekli ruhsal bir gerilim ve melankolinin içinde bilinçsizce hareket eder.
Daha sonra bar sahibi ona bir adres verir ve bir paket alıp getirmesini ister. Karrer, bu sırada yine sevdiği kadını dinlemek için Titanic Bar’a gider. Bizde sinema tarihinin belki de en melankolik performanslarından birini izleriz. Elinde sigarası, mikrofonla bütünleşmiş, derin bir yalnızlığa ve melankoliye gömülmüş şarkıcı, şarkısını o kadar içten bir şekilde söyler ki; barda herkes kendinden geçer, herkes kendi yalnızlığında ve sıradanlığında kaybolur.
Karrer sevdiği kadınla birlikte olmak için kendisine verilen paket taşıma görevini, şarkıcının kocasına havale eder. Böylece sevdiği kadınla birlikte olmak için kendisine vakit yaratır. Aşık olduğu şarkıcı ise ayrı bir dünyadır. Onun da çok depresif bir karakteri vardır. Yaşamı yeniden keşfetmek isteyen, hayalleri olan, hırslı ve yalnız bir karakterdir. Fakat hep bir farklılık arar, tam sevdiğinde ayrılır, ayrıldığında umursamaz. Sonra birden yağmur damlalarını izlerken ani bir melankoli nöbetine tutulur. Dünyayla arasında ulaşılmaz, garip bir boşluk vardır. Kendisini seven herkesi içine çeker. Kendisiyle birlikte sevdikleri de bu deliliğin sınırlarında gezinen, anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz tünellere hapsolur.
Çamur içinde döküntü binaların etrafında, parçalanmış hayatlar, kırık kalpler, kesik kesik yaşanan sevgi kırıntıları ve bu derin yalnızlıklar aslında Bela Tarr’ın diğer filmlerinde de baskın olan unsurlardır. Tıpkı Karanlık Armoniler gibi bu filminde de, varoluşsal problemlerini aşamayan, ortak bir mutsuzluk, acı, keder, hüzün içinde kendilerini bir türlü tanımlayamayan insanların hayatlarından kesitler sunulur. Etraflarındaki nesnelerin kesintisiz ve mekanik sıradanlığı gibi, insanlar da kendilerini tekdüze bir yaşam içinde bulur. Yönetmen, anlattığı hikayeyi öykülemekten çok, diğer anlatım yollarını daha fazla kullanır. Onun için sesler, gürültüler, yüzler, mimikler, yağan yağmur, suyun akıp gitmesi, çamur içinde kalan yıkık dökük yerleşim alanları da birer anlatıcıdır.
Nesnelerin bünyesinde çatlaklar olabilir, hep bir şans vardır. İnsanlar da tıpkı nesneler gibi kendi bünyelerindeki çatlaklarda birer şans arar. Fakat bu şans o kadar kırılgandır ki, bu arayış filmi daha da melankolik bir havaya sokar. İnsanlar ayrılığın ve yaşamın ağırlığını kendilerince kaldırmaya çalışır. Böylesine bir melankolinin ortasında, Karrer de sigarasını yakar, dumanı içine çeker, boşluk ve hiçlik ciğerlerine işler ve boşa geçmiş bir hayatın acısı ruhuna çöker.
Karhozat, toplum içinde kaybolmuş, kendine güvenini yitirmiş insanların, özgürlüğünü ve varoluşunu tanımlamak için yaptığı kırılgan çabalardan kesitler sunar. Bu çabaların en güçlüsü de aşk ve tutkudur. Fakat bu çabalar çoğu zaman karşı taraftaki insanın da aynı sorunları yaşamasından dolayı kesintiye uğrar. Yağmur sürekli yağarken, çevrelerindeki nesnel dünya dayanılmaz bir şekilde ağırlığını hissettirirken, bu karakterlerin çabaları ve ümitleri yeterince olgunlaşamadan, çamurlu sokakların arkalarında, yıkık dökük binaların içlerinde kalakalır. Ve insanlar, deliliğin sınırlarında, ürkek, ufak ve hassas adımlarla gezinir.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
Şahane anlatıma teşekkür ederim.