Film, iş başvurusunda bulunan adayları elemek için, psikologlar tarafından geliştirilen “Grönholm Metodu”nun uygulanmasını konu alıyor. Metot, iş verenlerin, iş başvurusu yapan adayları, grup dinamiği içinde gözlemlemek amacıyla hazırladığı bir dizi testten oluşuyor. Bu öyle insanlık dışı bir metot ki; iş başvurusu yapanlar önce bir odaya kapatılıyor, hepsinin ne yapması gerektiği önlerinde bilgisayar monitörlerine gelen mesajlarla belirleniyor. İçerde birbirlerini elemek için kıyasıya bir mücadelenin içine çekilen adaylar, geçmişlerinden, kişiliklerine, cinsiyetlerine kadar daha bir dolu soruya cevap bulmak zorunda kalıyor. Verilen cevaplarında doğru olması yetmiyor, adayların uyanık olması ve diğer adayları da elemesi gerekiyor. Tam anlamıyla kapitalizmin ve onun iş ahlakının dışavurumu gibi. İş hayatı bir şekilde savaş meydanına dönüştürülmeye çalışılıyor. Bu savaşta da iyi olmak dışında, düşmanlarınızı da yok etmek zorundasınız. Ancak bu şekilde şirket, elindeki tek kişilik kontenjan için sizin yeterli olduğunuza kanaat getiriyor.
Yönetmen Marcelo Pineyro, bu filmle birlikte kapitalizmi ve onun iş ahlakını, iş organizasyonunu ve insan ilişkilerine etkilerini sorgulamış ve eleştirmiş. Yönetmen film içinde, kapitalizmin insanları nasıl değiştirdiğini o kadar güzel betimliyor ki, odanın içinde toplanan grup önce olayın ciddiyetini fark ediyor, daha sonra herkes birbirinden şüphe ediyor. Bu şüphe o kadar ileri boyutlara gidiyor ki, insanlar yemek yerken bile ‘yemeğin içinde bir şey var mı acaba’ diye düşünüyorlar. Biri yemeden diğeri de yemiyor. Yönetmen, teknolojik gelişmelerle birlikte makineleşmenin arttığı, ulaşım imkanlarının sınırsızlaşmasıyla birlikte göçmenliğin yoğunlaştığı ve bunlarla bağlantılı olarak işsizliğin arttığı günümüz çalışma ortamının bu paranoyaya varan gergin atmosferini betimledikten sonra da, kapitalizmle özdeşleşen “daima fazlasını iste” sloganına vurguda buluyor. Adayların hepsinin iyi pozisyonlarda bir işleri var. (Çoğu müdür) Ama bu işten daha fazla bir ücret alacakları için, bu acımasız savaşın içine girmeye gönüllü oluyorlar. Yeterlilik diye bir şeyi kabullenmiyorlar. Devamlı daha fazlası için mücadele ediyorlar. Bütün bunlarda yeni bin yıla girerken, teknolojik gelişimin ve bunun insanların hayatlarını nasıl kolaylaştırdığından dem vururken, görmezden geldiğimiz bir noktaya işaret ediyor. Reform ve Rönesans hareketleriyle birlikte, aristokrasiden burjuvaya geçen güç, monarşiden demokrasiye dönüşen yönetim biçiminin insanlığı nereye getirdiği sorusu…
Burjuva sınıfı monarşinin yıkılması için, halkın yardımını aldı. Bu sayede kendi gücünü mutlaklaştıran burjuvaların ilk başta sadece ticaret ile ilgilenmeleri, ellerindekileri sanat ve sanayi için yatırımlar yapmak için harcaması, bu dönemde özgürlükçü bir hava yarattı. Ama bu durum insanların başı boş gezmesini de beraberinde getirdi. İnsanlar çalışmalıydı ve bu çalışmada organize edilmeliydi. Rönesansın özgürlükçü havasının yanında, kapitalizmde aynı dönemlerde filizlenmeye başladı. Oysa, Ortaçağa göre Rönesansın en büyük yeniliği bireye ve onun özgürlüklerine verdiği değerlerdi. Rönesans hareketleriyle birlikte anılan Reform hareketleri ise, bugünün kapitalizminin ne yazık ki kökenini oluşturdu. Martin Luther, belki kiliseyi devlete bağımlı kıldı, ama bununla birlikte “açgözlülüğün” günah sayıldığı bir dine bağlı ekonomik yapıyı da değiştirerek, devamlı daha fazlasını istemenin amaç olacağı Protestan reformunu başlattı. Artık Tanrı, zengin olanları, daha fazlasını isteyenleri cehenneme değil cennete yolluyordu. İnsanlar sürekli çalışıp kazanarak, tutumlu olmalıydılar. Biriktirdiklerini de yeni yatırımlara ve iş sahalarına yönlendirmeliydiler.
İşte böylesine bir sürecin en son noktası belki de günümüzün kapitalist iş ahlakı ve onun sonsuz kolları. Böylesine bir gelişimi yaşayan birey ise artık insan olduğunu unutma noktasına gelmiş bir vaziyette. Tanrı fikrinden gittikçe uzaklaşan bireyin, özgür kalıp, kendini daha iyi ifade ederek geliştirebileceğini düşünenlerin aksine, bu gelişmeler; günümüzde gittikçe çalışmanın tek din olduğu bir toplumu ve bu toplumun ilkelliğe doğru hızlı bir dönüş yaşayan insanlarını anlatıyor. Kendimizi hala dünyanın sürekli geliştiğine dair kandırmaya devam ediyoruz. Oysa gelişen sadece sermayemiz ve ekonomilerimiz. Bunun arka yüzünde ise, gittikçe ilkelleşen ve dünyayı bırakın, kendinden bile bi haber olan insanlarımızın iç karartıcı durumları var. Protestanlığın buyuruverdiği gibi, insanların kendi kendilerine geçireceği boş vakitler, artık başkaları tarafından doldurulması gereken iş zamanlarına dönüşmüş vaziyette. Kendine serbest zaman ayırarak, edebiyatla, resimle, sinemayla, sporla vb. diğer etkinliklerle kendini geliştiremeyen ve sürekli tek tip bir tüketim kültürüyle, kitle iletişim araçlarının yarattığı süslü püslü ikonalara benzemek için çırpınan bireylerin yalnız dünyası bu dünya. Çalışmanın ve para kazanmanın yeterli olmadığı, azın yerini çoğun aldığı, açgözlülüğün pohpohlandığı, insanlığını kaybetme sınırına gelmiş bireylerin dünyası… Daha çok kazanmak için, daha çok çalıştıkça kendine ve çevresine yabancılaşan insanların dünyası…
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com