Avrupa toplumları, özellikle sanayi devriminden sonra iki önemli göç hareketinin etkisi altında kalır. Bu göç hareketlerinden ilki; köylerde yaşayan kitlelerin köklerinden koparak büyüyen kentsel alanlara taşınmalarıyla ortaya çıkan büyük ölçekli kırsal kaçıştır. İkincisi ise; daha hızlı ekonomik büyümeye ve kalkınmaya ulaşan ülkelerin, azgelişmiş ve işsizlikten muzdarip bölgelerden çok sayıda göçmen işçi almasıyla oluşan küresel göç akımıdır.
Avrupa’da göçmen nüfusunun en kalabalık olduğu ülkelerin başında ise Almanya gelir. İki dünya savaşından da yenik çıkıp, yeniden yapılanma sürecine giren Almanya, toparlamak için yoğun bir göçmen ihtiyacı duymuştur. Fakat savaşlar bitip Almanya eski düzenine kavuşunca ve üstüne bir de Avrupa genelinde ekonomik durgunluk baş gösterince, göçmenlere karşı olumsuz bir tavır sergilenmeye başlar. Kısa süre sonra bütün sorunların başlıca nedeni olarak göçmenler gösterilir. Bu durumun bizzat tanığı olan isimlerden biri de Rainer Werner Fassbinder’dir. Çoğu kişi tarafından bugün Almanya’nın en iyi yönetmeni olarak gösterilen, filmleriyle sürekli tartışma yaratan Fassbinder; küçüklüğünde babasıyla kaldığı evde göçmenlere kiralanan odalarının sorumluluğunu üstlenmiştir. Bu sayede çocukluğundan itibaren bu insanların içinde yaşamış, onları yakından tanıma fırsatına sahip olmuştur.
Fear Eats the Soul’da toplum dışına itilmiş, toplumda kabul görmeyen bir temizlikçi ve bir göçmenin yakınlaşması anlatılır. Emmi, altmışlarına gelmiş, üç çocuk sahibi, temizlikçilik yaparak geçimini sağlayan, yalnız bir kadındır. Ali ise Faslı bir göçmendir. Araba tamircisinde çalışır, boş vakitlerinde de bara gidip arkadaşlarıyla içki içer. Emmi bir gün sıradan yaşamına biraz da olsa farklılık katmak için evinin yolu üzerindeki bir bara girer. Bu barda çalan Arap müziği onun ilgisini çeker. Bu sayede Ali ile tanışır. Ali ile kısa süre sohbet eder. Bu sohbetten sonra ikili yakınlaşır, ilerleyen zamanlarda da evlenmeye karar verir.
Evlenmeleriyle birlikte çevrelerinden gelen baskı da gittikçe artmaya başlar. Sırasıyla komşuları, çocukları, iş arkadaşları ve çevresindeki bütün esnaf bu ilişkiden rahatsız olur. Bu rahatsızlık kimi zaman öfkeye kimi zaman aşağılamaya kadar gider. Bu hoşgörüsüz ve ırkçı ortamda Ali ve Emmi’nin üzerlerindeki streste artar. İkisi de birlikte olmaktan mutludur, ama bir yandan da korkularını bastıramazlar. Bu korku onların ruhlarını sürekli kemirir. En sonunda Ali bu strese dayanamaz ve göçmenlerin genelinde bulunan mide ülserine yakalanır.
Fassbinder bu yüzden filmini “Mutluluk her zaman keyif vermez.” sözüyle açar. İki insan birlikteyken mutlu olsa da toplumun baskısı onları ister istemez bir şekilde etkilemektedir. Emmi keşke dünyada hiç kimsenin olmadığı bir yerde olsaydık derken, Ali’de ona yetersiz Almancasıyla çok düşünmek çok ağlamak der. Ali’yi, düşünmeyi ağlamakla eşleştirmeye iten neden ise çevresindeki dünyanın hoşgörüsüzlüdür. Göçmenler sürekli kirli, işe yaramaz, açgözlü, para ve seksten başka bir şey düşünmeyen “köpekler” olarak görülür. Bütün bunlardan dolayı Ali, işe gitmek ve içki içmek dışında hiçbir şey yapamaz. Toplumun baskısı o kadar ezicidir ki; bir süre sonra kendisinin bunu hakkettiğinden dem vurmaya başlar. Toplum tarafından yavaş yavaş sindirilir. Onun uyanması ise Emmi ile karşılaşmasıyla gerçekleşir. Emmi’de sürekli işi dolayısıyla kendisiyle alay edilmesinden ve aşağılanmaktan bıkıp usanır. O da işi ve statüsü gereği toplumun dışına itilir. Çocuklarının da evlenmesiyle birlikte yalnız yaşamaya başlar. Bu yüzden Ali’yi daha iyi anlar, ona karşı toplumun genel bakış açısından farklı bir yaklaşımda bulunur. Ali’ye onun da diğer insanlardan bir farkı olmadığını, diğerleriyle eşit olduğunu hissettirir. Bu da ikili arasında geri dönüşü olmayan, organik bir bağ kurulmasına neden olur. Böylece ayrı ayrı güçsüz ve değersiz iki insan olan Ali ve Emmi, birlikte tek ve güçlü bir varlık olabilir.
Fassbinder, filminde hem toplum dışına itilmiş insanların ruh hallerini hem de Alman toplumundaki ırkçı ve hoşgörüsüz ortamı olabildiğince yalın bir şekilde anlatmaya çalışır. Dilini ve kültürünü bilmedikleri bir toplumda insanlık dışı şartlarda çalışmalarına rağmen, sürekli görmezlikten gelinen, toplumla entegrasyon çabaları belirli kalıplaşmış düşünceler nedeniyle sürekli sekteye uğratılan ve kısıtlı bir yaşama alanına hapsedilen bu göçmen insanların dramını bütün açıklığıyla perdeye aktarır.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com