35.İstanbul Film Festivali bu yıl son yıllardaki vizyon odaklı, yeni ve çok film göstermeyi öncelik edinen bakış açısından sıyrılarak geçmiş yıllardaki programlarına daha yakın bir yerde gözüküyor. Eski filmlerin sayısının artması, festivale özgü bölümlerin varlığı ve retrospektifler festivalin bu yılki güzelliklerinden.
Lafı çok fazla uzatmadan isterseniz hemen bizleri heyecanlandıran filmlere ve etkinliklere değinelim, yılın sinema şölenini bir keşfe çıkalım.
İstanbul Film Festivali’nde bu yıl programda ilk dikkatimizi çeken elbette ölümünün otuzunca yılında hiçbir zaman büyük bir usta olarak kabul görmese de, sinema tarihinin kritik dönemeçlerinde eserleriyle ve etkilediği isimlerle dikkat çeken Otto Preminger’e ayrılmış olan özel bölüm. Festivalin özlediğimiz geleneklerinden olan retrospektifte, Preminger’in Kanlı Gölge (Laura), Bir Cinayetin Anatomisi (Anatomy of a Murder), Günaydın Hüzün (Bonjour Tristesse) ve Washington’da Fırtına (Advise and Consent) filmlerini özellikle izlemekte fayda var. Bu filmlerden sonra Fransız Yeni Dalgası’na yeniden bakarak Preminger’in filmlerinden yapılan anıştırmaları keşfetmek ayrı bir güzellik olacak. Sinefillere duyurulur!
Festivaldeki bir diğer güzellik ise büyük uğraş gerektiren ve bir daha muhtemelen toplu bir şekilde görmenin imkansız olduğu 70’ler Avangard Amerikan Sineması bölümü… Seçkide kimler yok ki: Stan Brakhage, Michael Snow, Robert Breer, Hollis Frampton, Jonas Mekas… Festivalin evladiyelik bölümlerinden, kaçıran üzülür!
Günümüzde internetin yaygınlığı düşünüldüğünde filmlere ulaşmak çok daha kolay ve zahmetsiz bir hale geldi. Bu devirde “hazine” ya da “keşif” gibi sıfatlar da değişen kitle iletişim teknolojileriyle birlikte anlamlarını belki de kaybetti. Ancak bazı filmler var ki, ulaşması teknolojiyle kolaylaşsa da hazineliğini yitirmiyor. Bu tür hazinelerin peşinde hayatını geçiren Alkan Avcıoğlu Sinema dergisindeki kült köşesini bu yıl festivale de taşıyarak bizlere birbirinden değerli, belki gördüğümüz ama keşfedemediğimiz ama çoğunlukla göremediğimiz hazineleri tanıtıyor. Hayat boyu sizi bırakmayacak filmlere tanıklık etmek için bu bölümü de kaçırmamakta fayda var!
Bölümlerin yanı sıra tekil filmlere bakarken, her sene yaptığımız gibi isterseniz yine iki ana kategori halinde filmleri değerlendirelim.
Önceden Garantili Filmler
Yüce Sezar!
Coen Kardeşler’in son harikası, bu yıl Berlin Film Festivali’nin açılışını yapan Yüce Sezar!, sinema tarihinin en eğlenceli Hollywood taşlamalarından biri. Hemen her sahnesine Coen Kardeşler’e özgü kara mizahın damgasını vurduğu Yüce Sezar!, yıldız isimlerin cirit attığı oyuncu kadrosuyla da dikkat çekiyor.
Francofonia
Louvre… İnsanlık tarihinin en nadide sanat eserlerinin sergilendiği uçsuz bucaksız, efsanevi müze… Sokurov, Louvre’a ve sanata bir aşk mektubu yazarken bu müzeyi insanın sanatın tam aksinde mevzilenmiş yıkıcı icadından, savaştan korumanın hikâyesini anlatıyor. Francofonia, müzenin felsefi varlığı üzerine bir zihin egzersizi olduğu kadar Paris´in Avrupa tarihindeki konumu üzerine de bir tez sayılabilir.
Belgica
İçkinin su gibi aktığı ve Belçika’nın en müthiş gruplarının çaldığı, Brüksel’in en havalı barıyla tanışın: Belgica! Jo, küçük ve hiçbir şeyin yolunda gitmediği ama çok sevdiği barı Belgica’yı işletmekten son derece memnundur. Bir gün taşrada yaşayan ağabeyinden bir telefon alır. Aile yaşantısından sıkılan Frank, kardeşinin barına ortak olmaya karar vermiştir. Paralar, zihinler ve fiziksel güç birleşince Belgica da büyür. Yenilenen Belgica bir anda Brüksel’in en gözde eğlence mekânına dönüşür. Ancak Jo ve Frank´ın kapıldığı hedonizmin bedeli çok geçmeden gelir. Altın Lale ödüllü Çölde Kutup Ayısı´nın yönetmeni Felix Van Groeningen, zımba gibi bir soundtrack ve dinamik bir kurguyla, sakin sakin oturarak izlemenin imkânsız olduğu bir filme imza atmış.
Çete
Pablo Trapero’nun son filmi Çete, Puccio ailesinin kanla lekeli gerçek öyküsünü konu alıyor. Dinamik bir kurgu ve dönemin rock şarkılarıyla bezeli müzikleri sayesinde nefes nefese izlenen Çete, festivallerdeki başarısına ilaveten ülkesi Arjantin´de hasılat rekorları kırdı.
Eva’ya Huzur Yok
Arjantin sinemasının yeni nesil en heyecan verici yönetmenlerinden biri olan Pablo Agüero, Eva Peron’un cansız bedeni üzerinden ülkesinin acılarla ve hayal kırıklıklarıyla yoğrulmuş yakın tarihine ışık tutuyor. Görsel tercihleriyle bazen bir kâbusa bazen ise bir rüyaya çalan Eva´ya Huzur Yok, Gael García Bernal´e de kariyerinin en ilginç rollerinden birini bahşediyor.
Bir Liderin Çocukluğu
Bir Liderin Çocukluğu, faşist bir liderin çocukluğunda geleceğin izlerini arıyor. 1918 yılında, Birinci Dünya Savaşı’nı bitirecek Versay Barış Antlaşması için ABD´den Fransa´ya gelmiş güçlü bir diplomat, dindar eşi ve oğlunu takip ediyor. Jean Paul Sartre’ın aynı adlı öyküsünün serbest uyarlaması olan film, karanlık bir atmosfer içinde izleyicisine ileride milyonları etkileyecek kararlar verecek bir karakteri analiz etme şansını veriyor.
Bin Başlı Canavar
İlk uzun metrajlı filmi Yasak Bölge ile tüm dünyada ilgi çeken, dört yıl önce Gecikme ile Altın Lale için yarışan Rodrigo Plá, yeni filmi Bin Başlı Canavar ile yeniden festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde. İlk gösterimi Venedik Film Festivali´nde yapılan film, çaresiz bir kadının sisteme karşı verdiği mücadeleyi konu alıyor. Filmi baştan sona sürükleyen Jana Raluy´un performansıyla da beğeni toplayan Bin Başlı Canavar heyecanla izlenen bir toplumsal taşlama.
Vicdanın Sesi
Celal adında bir adam İran´da bir gazeteye alışılmadık bir reklam verir: İhtiyaç sahibi birine 10.000 dolarlık bir bağış yapacaktır. Bu haber kalabalık bir insan güruhunu bir araya getirir. Günün sonunda Celal, yüzlerce başvuru formuyla baş başa kalır ve aralarından birini rastgele seçmeye karar verir. Polis binanın önünde toplanan kalabalığı dağıtır. Ancak iki kişi vazgeçmemiştir: 19 yaşında hamile bir kadın olan Setareh ve Celal´in eski nişanlısı Leyla. Vahid Jalilvand, Vicdanın Sesi’yle son dönemde İran´dan çıkmış en çarpıcı ilk filmlerden birine imza atarken ülkenin toplum yapısına ve toplumun yönetilme şekline dair pek çok şey söylüyor.
Alt Kat
Patrascu hayatına normal seyrinde devam etmekten başka hiçbir şey istemiyor; hayattan tek beklentisi bu: Kimselere göz açtırmayan bir istikrar. Ancak bir gün oturduğu apartmandaki bir daireden yükselen kavga gürültüye tanık oluyor, bu kavga bir süre sonra sadece onun farkında olduğu bir cinayetle taçlanıyor. Şimdi Patrascu ne yapmalı? Usta Romen yönetmen Radu Muntean´ın Cannes Belirli Bir Bakış´ta övgüye boğulan filmi, insan ruhunu anlayan birçok film gibi Suç ve Ceza´yla dirsek temasında.
Toprağın Gölgesinde
César Augusto Acevedo´nun Cannes´da en iyi ilk filme verilen Altın Kamera dahil dört ödül alan filmi Toprağın Gölgesinde, ciddi bir hastalığa yakalanan oğluna bakmak üzere evine dönen bir adamı merkezine alıyor. Acevedo´nun bir ressam gibi sınırlarını çizdiği görsel kompozisyonuyla gösterildiği festivallerde seyircinin içine işleyen filmi Toprağın Gölgesinde, dingin bir Latin Amerika alegorisi.
Ağustos Olayları
Sovyetler Birliği´nin sonu nasıl geldi? 1991´de St. Petersburg´da sokağa dökülen yüz binlerin umutları tarihte nasıl bir rol oynadı? Avrupa´nın önemli belgesel sinemacılarından Sergei Loznitsa, yeni filminde tarihin kırılma noktalarından birine, Ağustos Olayları´na, sokak hareketleri üzerinden bakıyor. 1991´de Cumhurbaşkanı Mihail Gorbaçov´a karşı başarısız darbe girişiminin ardından şehrin dev meydanlarını dolduran insanlar belgeselin merkezinde. Loznitsa, arşiv görüntüleri aracılığıyla, radyo dinleyerek haber almaya çalışan, ordunun muhtemel bir müdahalesine karşı barikatlar kuran insanların korkularını, beklentilerini, umutlarını, isteklerini gösteriyor ve geçmişi yansıtırken günümüze de göndermeler yapıyor.
Şimdi Nereyi İşgal Edelim?
Michael Moore´un yeni belgeseli, onun hınzır ve agresif tavrını sevenleri ihya edecek. Moore bu sefer diyor ki, madem biz Amerikalılar işgal etmeyi alışkanlık haline getirdik, o halde Avrupa´yı da işgal edip oradaki güzel şeyleri de sahiplenelim… Yönetmenin tek kişilik bir ordu olarak Avrupa´ya yaptığı çıkarmaların üç kuralı var: Kimseye ateş etmeyecek, petrol yağmalamayacak ve tüm Amerikalıların yararına bir şeyle geri dönecek. Böylece İtalya´daki işçilerin çalışma saatleri, Fransa´da okullarda servis edilen sağlıklı yemekler, Norveç´te suçluların nasıl topluma kazandırıldığı, İzlanda´da siyaset alanında gözetilen cinsiyet eşitliği gibi sosyal meselelerin keşfedildiği bir Avrupa seyahati başlıyor.
De Palma
Carrie, Dressed to Kill, Blow Out, Scarface, Body Double, The Untouchables, Carlito´s Way, Femme Fatale…Yaşarken efsaneleşen yönetmen Brian De Palma´nın şahsına münhasır sinemasına heyecan verici bir bakış… Brian De Palma, Noah Baumbach ile Jake Paltrow´un karşısına geçiyor ve 29 uzun metrajlı filmini, kısalarını ve gerçekleşemeyen projelerini açık sözlülükle tartışıyor.
Ben, Ingrid
Sinemanın gelmiş geçmiş en büyülü yıldızlarından Ingrid Bergman´ın özel hayatına odaklanan Ben, Ingrid, eleştirmen ve yönetmen Stig Björkman´ın imzasını taşıyor. Bergman´ın kızı Isabella Rossellini´nin isteğiyle hayata geçirilen proje, günlükleri, mektupları, aile fotoğrafları ve evde çekilmiş videolardan yararlanarak yıldız oyuncuyla izleyici arasında yakın bir ilişki kuruyor. Büyük övgü toplayan belgesel, izleyicisine sinemanın bu karizmatik yıldızının gizemini çözme, onu sadece oyunculuk yetenekleriyle değil, modern, güçlü ve bağımsız bir kadın olarak takdir etme imkânı sunuyor.
Hitchcock, Truffaut
Bir sanat dalının yöneldiği istikamete azami derecede etki eden iki yönetmen, Alfred Hitchcock ve François Truffaut. İkisi arasında kurulmuş bir köprü var: Truffaut´nun Hitchcock´la 3 gün boyunca yaptığı söyleşiden derlediği, 1966 yılında yayımlanan kitabı Hitchcock´a Göre Sinema. Kent Jones´un belgeseliHitchcock/Truffaut, bir soru soruyor sinemanın halihazırdaki büyük yönetmenlerine: “Bu kitap sinemaya bakışınızı nasıl etkiledi?” Fincher, Schrader, Scorsese, Assayas, Bogdanovich ve pek çok isim, yılın heyecanla beklenen belgeselinde iki büyük yönetmene saygı duruşunda bulunuyor.
Hiçbir Yere Ait Değilim
Geçtiğimiz yıl aramızdan ayrılan Chantal Akerman’ın sinemasını kendisinden daha iyi kim anlatabilir? Kariyeri boyunca pek çok farklı ülkede çalışmış, sürekli yeni şeyler deneyerek hiçbir yere ve hiçkimseye bağlı kalmamış, kendini “göçebe” olarak tanımlayan Akerman ile birlikte bu belgesel de şehir şehir, ülke ülke dolaşıyor; çok sevdiği otel odalarında sinema tutkusundan, annesinden, sürekli taşınma halinden ve anılarından bahseden ünlü yönetmeni takip ediyor.
Mayınlı Bölge
Ara
Antik Yunan tragedyası Orestes´in postmodern bir adaptasyonu, sahneye çıkan genç bir adamın mikrofonu devralmasıyla kesilir. Genç adam, kendini koronun bir üyesi olarak tanıtır ve sahnelemekte olan oyunu interaktif bir deneyime çevirir. Sahneye davet edilen bir grup seyirci çabucak oyuna dahil edilir. Sahne ise “Orestes bugün yaşasa ne yapardı?” sorusunun cevabının arandığı bir foruma dönüşür. Ancak eğlenceli başlayan bu oyun giderek kontrolden çıkmaya başlar ve korkutucu bir hal alır. Ara´nın gerçek bir “rehinelerin rehin alındıklarını fark etmedikleri bir adam kaçırma olayı”ndan esinlendiğini söyleyen yönetmen Yorgos Zois, tek mekânda geçen gerçek zamanlı bu gerilimi, baştan sona ilginçliğini koruyan bir metin ve etkileyici bir görüntü yönetiminin etkisiyle soluksuz izletiyor.
Harikalar Diyarı
İsviçre´nin üzerinde devasa bir bulut belirmiş durumda ve giderek büyüyor. Büyük tufanın başlaması an meselesi. Elektrikler ve sular kesik, süpermarketler yağmalanıyor, II. Dünya Savaşı´ndan kalma barınaklar tekrar kullanıma açılmış durumda, sigorta şirketleri panik içerisinde, faşistler sokakta yabancı avında, polis ekipleri kaosu kontrol altına alamıyor. Halk akın akın Almanya´ya göç etmekte. Belki de kıyamet tahmin ettiğimizden daha yakın… İsviçreli 10 genç yönetmen, beraber yazıp yönettikleri, Locarno Film Festivali´nde dikkat çeken filmlerinde ülkelerinin ve Avrupa´nın bugünkü haline ışık tutuyor.
Midnight Special
Sığınak ile tanıdığımız Jeff Nichols´ın Berlin´de Altın Ayı için yarışan yeni filmi Midnight Special, 80´li yılların fantastik filmlerine bir saygı duruşu adeta. Roy, oğlu Alton´ı bir zamanlar üyesi olduğu dini tarikata kaptırmıştır. Özel güçlere sahip olan Alton´ın sadece bu tarikat değil, devlet de peşindedir. Bunun üzerine Roy arkadaşı Lucas´ın yardımıyla oğlunu kaçırır. Bir süre sonra onlara eşi Sarah da katılır. Böylece devlet ajanlarından kaçarken, Alton´ın güçlerinin de keşfedileceği bir yolculuk başlar. Baştan sona nefes nefese izlenen bu fantastik gerilimle Nichols, Spielberg, Carpenter veya Shyamalan gibi yönetmenlere göndermeler yapıyor ama kendi tarzını korumayı da başarıyor.
Gökdelen
İngiliz sinemasının harika çocuğu Ben Wheatley´nin yeni filmi Gökdelen, kült yazar J.G. Ballard´ın aynı adlı romanından uyarlama. Başrollerinde Tom Hiddleston, Jeremy Irons ve Sienna Miller´ın bulunduğu film, hikâyenin geçtiği 70´lerin distopya havasını yansıtan bir bilimkurgu; dünyadan soyutlanmış bir gökdelende lüks bir yaşam süren genç bir doktor hakkında. Doktorun başta memnuniyetle uyum sağladığı bu düzen, eşitsizliği göstermeye çalışan bir belgeselci tarafından bozulur. Film, yapım tasarımı, oyunculukları, Wheatley´in kontrollü yönetmenliği ve Ballard´ın uyarlanması zor dünyasını yansıtma başarısıyla övgü topladı.
Kış Şarkısı
Festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü sahibi Gürcü yönetmen Otar Iosseliani´nin Locarno´da Altın Leopar için yarışan, beş yıldır beklenen yeni filmi Kış Şarkısı, Jacques Tati´den Charlie Chaplin´e, Buster Keaton´dan Samuel Beckett´e referanslar taşıyan bir sosyopolitik taşlama. Iosseliani bu filminde kamerasını geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe tutuyor; Paris´teki bir apartmanda gezintiye çıkarıyor. Bu esnada da filmini şiirsel bir hisle donatmayı ve absürt mizahın en modern örneklerinden birini sergilemeyi ihmal etmiyor. Kış Şarkısı, giyotinden geçirilmiş Fransız bir aristokrat ve iki eski dostun başından geçenleri izlediğimiz bir şehir komedisi.
11 Dakika
Polonya sinemasının usta ismi, İstanbul Film Festivali´nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü sahibi Jerzy Skolimowski´den yenilikçi, taze ve dinamik bir film. Varşova´da geçen filmin öyküsü, bir sosisli sandviç satıcısından Hollywood yapımcısıyla görüşen bir oyuncuya dek birçok karakterin hayatlarında yaklaşan bir kıyametin hissedildiği aynı 11 dakikaya odaklanıyor. Kara mizahın da ihmal edilmediği film, çağımızın felaket kapıda hissini, iç içe geçen kurgularla veren bir gerilim. Polonya´nın Oscar adayı olan 11 Dakika, Skolimowski´nin sinemadaki dil arayışının hiç bitmediğinin bir göstergesi.
Binbir Gece: Huzursuz Adam / Kasvetli Adam / Büyülenmiş Adam
İki efsane sinema dergisi, hem Sight&Sound hem de Cahiers du Cinéma, geçtiğimiz yılın en iyi 10 filmi arasında Miguel Gomes´in üç bölümden oluşan bu büyüleyici ve epik filmini andı. Daha önce festivalde kısa filmlerini izlediğimiz Gomes, bu iddialı projesinde Binbir Gece Masalları´nın bir öyküden diğerine geçen serbest anlatı yapısını ödünç alıyor ve ülkesi Portekiz´deki ekonomik krizin etkilerini araştırmaya koyuluyor.
Neon Boğa
Yılın en önemli keşiflerinden Neon Boğa, Brezilya kırsalında, at sırtında adamların kuyruğundan yakaladıkları boğayı düşürerek galibiyet aradıkları bir rodeoda geçiyor. Günümüzün hızla değişen Brezilya´sında, özellikle giyim endüstrisinde yaşanan hareketlilik bu rodeoculardan birini tutkularını izlemeye sevk eder; Iremar evinde dikiş dikmeye, patron çıkarmaya, kumaşlarla haşır neşir olmaya, kısaca seksi tasarımlarını bir araya getirmeye başlar. Iremar ve diğer karakterlerin tekdüze hayatları yönetmen Gabriel Mascaro´nun elinde uzun zamandır örneğini görmediğimiz görsel ve işitsel bir yolculuğa, insani, aynı zamanda olabildiğince ayrıksı bir filme dönüşüyor.
Evrim
Lucile Hadzihalilovic´in yeni filmi büyüleyici bir rüya ile kan donduran bir kâbus arasında gidip geliyor. Aynı yaştaki erkek çocuklar ve onlara bakan genç kadınlarla dolu bir sahil kasabasındayız. Küçük Nicolas sahilde yüzerken bir cesetle karşılaşıyor ve hayatının gerçekliğini sorgulamaya başlıyor. Hadzihalilovic, 10 yıl önce festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde FIPRESCI Ödülü ´nü kazanan filmi Innocence / Masumiyet´in ardından Evrim´leile nihayet geri dönüyor. İlk gösterimi Toronto´da yapılan film, zamanında Masumiyet´in çarpıcı görselliğine hayran kalanların beklentilerini boşa çıkartmayacak.
Öğleden Sonra
Tsai Ming-liang´ı nasıl bilirsiniz? Hareketsiz kadrajların içerisinde hareketsiz duran, hayat bedenlerine bir rüzgâr gibi çarpıp geçerken bir resme bakıp umut besleyebilen karakterleriyle mi? Zenginlik tarafından kuşatılmış, kendi yoksulluklarından ziyade başkalarının zenginlikleri tarafından ezilmiş “sokak köpekleri”yle mi? Bu yeni film için başka türlüsünü sormak gerekir belki de: Tsai Ming-liang kendisini nasıl bilir? Öğleden Sonra aslında bu soruyu soruyor ve izleyenine yönetmenin akıl odasına girmek için bir anahtar veriyor. The Hollywood Reporter´a göre yönetmen bu filmde ilham perisine bir aşk mektubu yazıyor.