Kent Jones, 2010 yılında Martin Scorsese ile birlikte çektikleri A Letter to Elia isimli Elia Kazan belgeselinde tipik bir “konuşan kafalar” belgeselcisi olmadığını, belgeselini çektiği kişiyi anlamaya, işlerinin ötesindeki kişiyi tanımaya yönelik ısrarlı bir ilgisinin olduğunu göstermişti. Tabii ki yanındaki Martin Scorsese’nin Elia Kazan’ı politik, toplumsal ve tarihsel bir perspektif içinde ele alan ve onu sinema tarihine de eklemleyen; eldeki malzemeye derinlik kazandıran bakış açısını da unutmamak gerekiyor. Jones’un yeni işi Hitchcock/Truffaut belgeseli için de benzer şeyleri söylemek mümkün. Jones’un kanımca en başarılı yaptığı şeylerden biri, odağına aldığı ve kitabın da ana öznesi olan Alfred Hitchcock kadar kitabı ortaya çıkaran François Truffaut’ya da eş değer vermesi… Bu belgesel adına da çok güzel yansıdığı gibi, bir Hitchcock/Truffaut belgeseli aslında. Truffaut’nun Hitchcock üzerine hazırladığı ve sinema tarihinin dönüm noktalarından biri olan eseriyle birlikte, bu iki önemli yönetmeni tanıma heyecanı da perdeye taşınıyor.
Belgeselin ilk bölümünde Truffaut’nun bir film çekermişçesine Hitchcock’la olan nehir söyleşiye yaptığı hazırlık aktarılıyor. Truffaut, bir yönetmen ve bir sinema eleştirmeninin muazzam bir kırması gerçekten de… İki farklı mesleğin taşıdığı kendine özgü bakış açılarını üzerinde iyi taşıyabilen, 60’lardaki şaşırtıcı jenerasyonun parlak üyelerinden biri. Truffaut’nun hazırlıkları ve Hitchcock’la kurduğu bağ üzerinden, öte yanıyla şu soruya da cevap aramak mümkün: Niçin Hitchcock? Cahiers du Cinema’nın sayfalarında yer verdiği ve bir auteur olarak Hollywood içerisinde üretimini gerçekleştirse bile farklı türlere kendi imzasını atabilen John Ford, Howard Hawks ve Billy Wilder değil de, niçin Hitchcock?
Bu sorunun cevaplarından biri, kuşkusuz Hitchcock’un Edwin S. Porter’la başlayıp Mack Sennett’e uzanan ve sonrasında D. W. Griffith’le zirveye ulaşan bir dizi sinemacının sessiz sinemaya getirdiği yenilikleri en iyi çözümleyen kişi olması. Kovalamaca montajının önemini fark ederek McGuffin’le birlikte bunu formülize eden; masum kahramanların başlarına gelen sıradaşı olayların anlatıldığı Hitchcock filmleri kağıt üzerinde basit görünen hikayelere sahiptir. Çünkü Hitchcock hiçbir zaman hikayenin bizatihi kendisiyle ilgilenmez. O yüzden de en basit içerik bile Hitchcock’un elinde bir Hitchcockyen gerilime dönüştürebilir. Bu noktada Hitchcock’un biçimsel tercihlerinin, az önce bahsettiğimiz Griffith’ten ve Alman Ekspresyonist sinemasından tecrübe ettiklerinin önemi ortaya çıkar. Bir yönetmenin içeriği arka plana atması için çok güçlü bir görsel üslubunun olması, görsel diliyle seyirciyi içerisine çekmesi gerekir. Hitchcock görsel üslup konusunda hem tür sinemasının geleneklerine uyum gösteren hem de bunun içerisine yenilikler getiren ayrıksı bir yönetmen. Hitchcock’un yarattığı atmosfer seyirciye rahatlama duygusu yerine, çaresizlik ve rahatsızlık duygusu vaat eder. Bunu yaparken de, eylemin başlangıcı ve sonu arasındaki süreyi olabildiğince uzatarak, zamanı ve uzamı bir anlamda esnetmeyi başarır. Hitchcock’un korkutucu öğelere ihtiyacı yoktur. Ufacık hileli oyunlar onun evrenini kurması için yeterlidir. Trendeki Yabancı filminin girişinde karşılıklı oturan adamların ayaklarını birbirlerine değdirmesi ve çifte cinayet üzerine bir sohbetin gerçekleşmesi, Gizli Teşkilat’ta Thornhill’in arkadaşlarıyla cafede oturup sohbet ederken Kaplan isminde biriyle karıştırılması gibi… Burada esas olan, seyircinin masumiyetini ispat etmeye çalışan başkarakterle kısa sürede özdeşleşerek olay örgüsünün içine dahil olması, kendisine yönetmene emanet etmesidir.
Hitchcock niçin önemlidir sorusunun bir diğer cevabı olarak yönetmenin filmlerinde Griffith için söylenen “bakışın ve endişenin montajı” ifadesini rahatlıkla kullanabiliriz. Hitchcock’un da filmlerinde tıpkı Griffith’in en başarılı filmlerinde yaptığı gibi bakışın ve endişenin montajını gerçekleştirdiğini, suçu bakış üzerinden ifşa ettiğini söyleyebiliriz. Yakın planın sinemadaki yeniliklerini ilk fark edenlerden olan Griffith’in belki de Hitchcock’tan farkı, sinemanın el değmemiş, heyecanlı ve masum günlerinde bu işe başlamış olmasıydı. Oysa Alman Ekspresyonist sinemasıyla birlikte sinemaya insan doğasının karanlığı, savaşın ülkeler ve bireyler üzerinde yarattığı travma ve akıl almaz suçlar, cinayetler, katiller, yaratıklar girdi. Pascal Bonitzer’in ifadesiyle masada birbirine pasta fırlatan, çizgi filmlerdeki gibi ölümün unutulduğu, karakterlerin sınırsız bir hareket ve eğlenceyle oynadıkları sinemasal Cennet artık bitmişti. Suçun, kanın, karanlığın ve bilinçaltına bastırılan gizli arzuların zamanı başlamıştı. Hitchcock kendi stilindeki ilk filmi olan Kiracı’dan beri suça, suç işleyen insanlara ve insan doğasının karanlık yanına ilgi gösterdi. Griffith’in, Murnau’nun ve Lang’ın filmlerindeki sinemasal yenilikleri ve çok katmanlılığı keşfederek kendi sinemasına taşıdı. Özdeşleşme, kovalamaca montajı ve suspense ile birlikte klasik sinemaya, çiftlerin kavuşması merkezli melodram sinemasına karanlığı getirdi.
Bu açıdan değerlendirdiğimizde, Truffaut’nun ve Cahiers du Cinema’nın Hitchcock tercihi yersiz değildi. Onu da sinemayı dönüştüren panteonun parçalarından biri olarak kabul etmeleri, ona gereken saygıyı göstermeleri yönetmenin katmanlı anlatılarının gücünü fark etmelerinden geliyordu. Martin Scorsese, Paul Schrader ve Peter Bogdanovich gibi yönetmenlerin Truffaut ve Hitchcock ilişkisini ve yönetmenin sinemasını ifade eden bölümleri, bu anlamda belki de belgeselin yönetmene nüfuz ettiği en derin noktalardı. Ama girişte de dediğimiz gibi, Kent Jones’un belgeseli bu açıdan Hitchcock sinemasını çözümlemek ve derinlemesine analiz etmek üzerine bir belgesel değil. Hitchcock kadar Truffaut’ya da yer veren, ikisinin birlikte ortaya çıkardıkları eseri merkeze alan bir çalışma. Bu açıdan belki de Hitchcock sinemasına bir giriş niteliği taşıyor denilebilir.
Ancak bir sinefil olarak bu noktaların derinleşmesini, filmlerden parçalarla birlikte derinlemesine analizlerin de belgeselde olmasını sonsuz bir sinema iştahıyla birlikte talep etmeden de duramıyoruz. Bu bakış açısı elbette belgeselin ve Jones’un yapmaya çalıştığı şeyden farklı, dediğimiz gibi doyumsuz bir sinefil talepkarlığından başka bir şey değil. O yüzden Brian de Palma’nın Hitchcock’un Vertigo, Marnie ve Dial M for Murder gibi filmlerine referanslarla dolu filmi Obsession’ın senaristi Schrader’in Hitchcock’un nesnelerini açıkladığı ve tabiri caizse sinefillerin ağzına bir parmak bal çaldığı bölümü bir de Sophie Fiennes’in Slavoj Zizek’li belgeseli The Pervert’s Guide to Cinema’daki Hitchcock bölümüyle üst üste izlemekte fayda var.
Hitchcock/Truffaut belgeseli neticede sadece sinefilleri, sinemayla yaşayan “homo cinematicus”ları keyiflendiren bir belgeselin ötesinde, sıradan sinemaseverlere de farklı ufuklar açabilecek, insanı üretmeye sevk eden bir heyecanı da içinde barındırıyor. Böyle bir çalışmanın az sayıdaki salonda da olsa büyük perdede görülme şansı ise kolay kolay ele geçmeyecek bir nimet.
Barış Saydam