1939 yapımı Oz Büyücüsü’nde, çiftlikte yaşayan Dorothy’nin yetişkin dünyasına adım atamaması hikayesiyle karşı karşıyayızdır. Çocuk filmi gibi gözüken filmimiz aslında yalnız ve yetişkinliği kabul etmeyen Dorothy’nin değişim hikayesidir. Yaşadığı bir travma sonrasında Dorothy çeşitli olaylar silsilesi ile karşılaşacak ve evine bir yetişkin olarak dönecektir. Karakterimiz bu özelliği ile Semih Kaplanoğlu’nun Süt filmindeki Yusuf karakterini hatırlatır. Her iki karakter de kişilik yapısı olarak birbirinden tamamen farklı olsalar da yaşadıkları yalnızlık, taşrada olmak ve en önemlisi çocukluk ya da ergenlikten çıkmak istememeleri onları benzeştirir ve her ikisinin hikâyesinde de istemedikleri sonuç, bir şekilde vuku bulacaktır. Ne yazık ki Yusuf’un hikayesi Dorothy’nin hikayesi gibi müzikli, eğlenceli ve çocuk filmi gibi değildir. Tam aksine, Semih Kaplanoğlu bizi şaşırtan ve ne oldu şimdi diye düşünmenize yol açan bir sekansla filme başlar ve film bittiğinde ise çözemediğimiz metaforlarla bizi baş başa bırakır.
Film, taşrada çekilen bir hikayeyi anlatmaktadır. Anadolu ve kırsalda çekilen birçok film bana yalnızlığı hatırlatmıştır. O yalnızlık bir şekilde seni çekmesine rağmen bir yandan da o tekinsiz haliyle kendinden uzaklaştırmış ve kaçıp kurtulmayı isteme hissiyle baş başa bırakmıştır. Anlayacağınız ne çemberin içinde ne de çemberin dışındasınızdır. Siz çemberin içinde olsanız dahi ya kafanız çemberin dışındaysa? İşte bu nedenle de Türk yönetmenlerimizin yapmış olduğu taşra filmlerinin çoğu bir ağıt gibidir. Baş karakterler taşradadır, yalnızdır ve sanki Anadolu’nun o ağırlığı üzerlerine çökmüştür. Ama o derin yalnızlık bir o kadar güzeldir ve aynı zamanda bir o kadar da hüzünlü. İşte biz de filmin her sekansında bu hüzünlü yalnızlığın, kırsalın içinde olmak ve olmamak haliyle karşılaşırız. Yusuf ve annesi Zehra kendi içlerinde bir o kadar yalnız ve hüzünlü iki karakterdir. Film boyunca çok konuşmazlar, sadece mimiklerinden, bakışlarından ve hareketlerinden onları anlamaya çalışırsınız. İşte o sessizlik halleri içerisinde onları anlamlandırmaya çalışıp, her ikisinin ruh haline bir süre sonra siz de dahil olursunuz. Filmi izledikçe, ikisinin var olan ilişkisinde bir suçlu aramazsınız çünkü bir suçlu yoktur. Her ikisi de aynı anda değişmektedir ve bu değişim; birbirlerine olan etkileriyle karşımızdadır.
Semih Kaplanoğlu’nun baş karakterimiz Yusuf’un ismini rastlantısal olarak seçmediği aşikârdır. Yönetmenin, filmindeki dini metaforlara gönderme yaptığını varsayarsak; buradaki Yusuf, bize Tevrat ve Kuran’ı Kerim’de geçen Yusuf peygamberi de çağrıştırmaktadır. Yusuf peygamberin babasının ismi Yakup’tur ve bizim baş karakterimiz Yusuf’un babasının adı da Yakup’tur. Hz. Yusuf ve karakterimiz Yusuf’un hikâyelerinde, babalarından ayrılma, babaları ile olan ilişkileri ve olgunlaşma süreçlerini görürüz. Zira üçlemenin Bal filminde Yusuf’un rüyasında kuyuya düşmesi Hz. Yusuf’un kuyuya düşmesini hatırlatır. Bu nedenle üçlememizi, baba ve oğul ilişkisi açısından Hz. Yakup ve Hz. Yusuf peygamberin birbirlerine olan sevgisiyle birebir değerlendirebiliriz.
Filmde karşımıza çıkan önemli metaforlardan biri de süttür. Filmin ilk sekansı, film boyunca karşılaşmadığımız bir kadın, yılan ve süt hikayesiyle başlamıştır ve o andan itibaren yönetmen filmde sütün ve yılanın önemli bir metafor olarak ortaya çıkacağını bize göstermiştir. Film, Yusuf’un yetişkinliğe geçmesi ve annesinden ayrılma hikâyesidir. Süt ise anne ve çocuk arasındaki psikolojik bağı simgeler. Yılanın ortaya çıkması bu bağın sona ermeye başladığının bize farklı yönden anlatılmasıdır. Zehra’nın yılanı görme sekansından sonra farklı bir hayata doğru ilerlemesi gözlemlenirken, Yusuf’un yılanı görme sekansı sonrasında yetişkinliğe adım attığı ve madende çalışmaya başladığını görürüz. Yılan ise Tevrat’ta; Havva’yı yasak meyveden yemek için baştan çıkaran hayvan olarak simgelenmiştir. Yılanın eve girmesi, kırsalda ikinci evliliğe karar veren bir kadın için yasak meyve yemek gibidir. Ayrıca, çocuk için anne masumiyetin simgesidir. Yusuf’un annesi Zehra süt sağar, peynir yapar, çökelek satar. Ürettiği her şey beyazdır. Beyazlık masumiyetin simgesidir ve sanki filmde Zehra ile bütünleşmiştir. Ta ki süte kara yılan gelene kadar. Bu yılan, Zehra’da başlayacak olan değişimin habercisi gibidir. Zira yılan sahnesinin hemen öncesinde, Zehra istasyon şefi ile tanışmış ve yılanın görülüş sekansından sonra Zehra’da kadınlık içgüdüsü ön plana çıkmaya başlamıştır. Bu psikolojik olarak filmde anne rolünün ve masumiyetin yıkılışı olarak yorumlanabilir.
Yusuf’un evdeki değişimi fark edişi, askerlik muayenesi dönüşü evde erkek terliğiyle karşılaşmasıyla başlamaktadır. Sonrasında olaylar birbirini takip eder ve Zehra da, Yusuf da git gide sessizleşir. Bu sessizlik birbirlerinden kaçış gibidir. Çok şey vardır söylenecek ama her ikisi de bu konuşamaya hazır değildir. Zehra, Yusuf ile evlilik konusunu paylaşmak istese de bir türlü konuşamaz. Yusuf ise toplum tarafından erkekliğin bir adımı olarak görülen askerliğe kabul edilmemenin acısını yaşarken, annesinin hayatında biri olduğunu fark etmesiyle daha da yıkılır. İşte, Yusuf’un şiirinin yayınlandığı “Düşler” dergisinin ismi gibi, gerçekler ve düşler bir o kadar farklıdır ve gerçekler Yusuf’a o an ağır gelmektedir. Filmin bir sekansında, Yusuf’un madende çalışan arkadaşı madende çalışmak için “mecburum” dediğinde, Yusuf’un arkadaşına “mecbur falan değilsin” sözleri gerçek hayatla örtüşmeyen ve çocuksu düşlere istinaden sarf edilen sözlerdir. Oysa ki kırsalda iş yoktur ve çalışmak için madenden başka seçenek yok gibidir.
Filmin son sahnesi ise Yusuf için son darbe gibidir. Eve para kazanan bir yetişkin edasında balığı götürdüğünde, istasyon şefi tarafından getirilen ördeği ve annesinin gülümsemesini görür ve bu noktadan sonra artık anneden kopuş kaçınılmazdır.
Semih Kaplanoğlu “Süt” ile seyirciyi sessiz, hüzünlü ve görselliğin ön planda olduğu bir masalın içine çekmiştir. Tarkovsky filmlerinde gördüğümüz sekanslar gibi doğa ilk plandadır ve seyirci film boyunca doğanın içine davet edilir. Yönetmen sanki doğaya olan inancını göstermek için filmi ve senaryoyu bir araç olarak kullanmış gibidir. Rüzgâr sesleri ve tarlalar bizi kendine çağırır. Sanki film toprak ananın kutsallığını betimlemektedir. Terrence Malick’in Hayat Ağacı filminde karşılaştığımız gibi doğa filmdeki baş karakterdir.
Yönetmen Tarkovsky filmlerine yapmış olduğu atıfları, sadece izlemiş olduğumuz doğa sekanslarında değil; aynı zamanda Ayna’daki gibi oyuncuların yüzlerine odaklanan kamera açısında, Zehra’nın çitlerin önünde durduğu sekansta da bizlere göstermektedir. Zehra çitlerin önünde durduğu an Natalia, Natalia o an Zehra olmuştur.
Üçlemenin tamamını düşündüğümüzde yönetmen ile baş karakterin ortak noktalarını da hissederiz. Yusuf şairdir ve Semih Kaplanoğlu’da şiirler yazar, Yusuf’un babasıyla ilişkisi hayatında çok önemli bir yer tutmuştur ve yönetmenimize sinemayı sevdiren kişi de babasıdır. Yönetmen yapmış olduğu söyleşilerde bazı açılardan kendi hayat hikayesinden yararlandığını zaten dile getirmiştir. Yumurta’da, Yusuf İstanbul’daki aidiyetsiz yaşamın sanrılarını taşrada, yuvasında çözmüştür. Zira yönetmen de Türkiye’nin yaşadığı değişimi ve bireylerdeki etkilerini dile getirmektedir. Belki de o da Yusuf gibi “yuva” ve “aidiyet” sanrılarını çözemeye çalışan ve bunu filmleriyle anlatan bir bireydir.
Elçin Güner
elcin_guner@yahoo.com