Kariyerindeki Once (2007) ve Begin Again (2013) filmleriyle müziğin insan hayatındaki dönüştürücü etkilerini ele almayı sevdiğini bildiğimiz İrlandali John Carney’in yeni filmi Sing Street, bizi bu defa pop müzik tarihinin unutulmaz bir dönemi olan 80’lere götürüyor. Ailesinin maddi sorunları nedeniyle Dublin’deki katolik erkek lisesine gitmek zorunda kalan Conor, birgün okul önünde beklerken gördüğü güzel Raphina’yı etkilemek için ondan müzik grubunun video klibinde rol almasını istiyor. O da kabul ediyor. Ama bir grubu olmayan Conor, yeni tanıştığı Darren ile birlikte apar topar bir grup kurmak için harekete geçiyor. Grubun oluşturulma süreci, Conor’ın okulda ve boşanmanın eşiğindeki ebeveynleriyle yaşadığı sorunlar, kendisinden bir yaş büyük Raphina’ya olan sevgisi filmin önemli bileşenlerini oluşturuyor. Filmlerinde hep kendi hayatından birşeyler bulunduran John Carney, burada da 80’li yıllarda lisede okuyan kuşağın kendinden parçalar bulacağı otobiyografik özellikli bir film ortaya koyuyor.
Carney’nin müzik temeline oturttuğu kişilik evrilmeleri anlayışı, Sing Street’te de sürüyor. Üstelik Begin Again’deki Amerika macerasından sonra tekrar özüne dönmüş biçimde. Ama kesinlikle Once gücünde bir filmle karşı karşıya değiliz. Onun yeri çok başka. Ancak Sing Street, ailevi sorunlar, yeni okulda yaşanan baskılar, kişilik arayışı, güzel kızı elde etme çabaları gibi bir sürü Hollywood klişesini Dublin coğrafyasına uyarlamış bir görüntü çiziyor. Bunları tekrar izlemek, ancak Carney’nin hatırına mümkün oluyor. Filmin en çok yükseldiği ya da klişe rotasından saptığı anlar da müzikal bölümler oluyor ki, Carney’den bu yöndeki beklentiler boşa çıkmıyor. Grubun ilk şarkıları, aynı zamanda ilk çektikleri video olan Riddle Of The Model, yine deniz kenarında video çektikleri Up, mezuniyet gecesi sahnede çaldıkları Girls, To Find You, Brown Shoes anları, en önemlisi de, Conor’ın videosunu hayal ettiği ve filmin en sevimli anlarından biri olan Drive It Like You Stole It performansı bu bölümlerden.
Conor, iyi anlaştığı iki kardeşi ve anne babasına rağmen, ebeveynlerinin sürekli kavga etmelerinden çok fazla etkilenmemiş bir resim veriyor genel olarak. Zaten Carney, onun 80’lerdeki müzikal akımlardan tarz ve müzik olarak etkilenişiyle ve Raphina’ya olan tutkusuyla daha çok ilgili. Conor’ı, Duran Duran, David Bowie, The Cure gibi dönemin ikonlarından hem imaj, hem de müzik olarak etkilenirken izlemek keyifliyken, Raphina ile ilişkisinin sıkıcı boyutlara varması, zaman zaman filmi ağırlaştırıyor. Once ve Begin Again, Carney’nin müziğin insan ruhuna serpiştirdiği güzellikleri öncelediği kadar, içlerinde gizlediği “gösterip vermeyen” aşkları ele alışıyla da gücüne güç katan filmlerdi. Bu manada samimi bir keder taşıyorlardı. Oysa Sing Street, neredeyse başı, ortası, sonu belli bir Conor – Raphina aşkına fit olmuş vaziyette ve buradan kan kaybına uğruyor. Genel olarak ortada klasik bir “kendini keşif” filmi mevcut. Ama hem Carney’ye göre daha ana akım ve bazı anlar dışında Carney’ye göre naif değil. Yani kendi çapında naif belki ama samimiyeti üzerine bir miktar düşündürücü diyelim.
Kendi adıma filmin en önemli karakteri olan Conor’ı canlandıran Ferdia Walsh-Peelo’yu bir türlü benimseyememiş olmamın da filme mesafe alışımda payı olabilir. Henüz ilk filmi olması yanında, gerek fazla bebek yüzlü oluşu, gerekse benim Conor’dan beklediğim o baskıların yıldırmadığı, müziğe tutkuyla bağlı, ailesinin bölünmesini hep yüzünde taşıması gereken platonik aşık tiplemesine dair bir performans gösterememiş oluşu sırıttı. Filmde en tuttuğum iki karakterden biri, grubun kurulmasında büyük emeği olan Eamon’du. Eamon, Mick Jagger’ın gölgesindeki Keith Richards, Lennon – McCartney’nin gölgesindeki Geoge Harrison veya Bono’nun gölgesindeki The Edge gibi mühim ama geri planda kalmış bir karakter olarak tasarlanmış. Onu canlandıran Mark McKenna’nın da ilk filmi olduğunu not düşelim. Bir diğer önemli rol ise Conor’ın ağabeyi Brendan’a aitti. Conor’a hem ilişkiler, hem de müzik konusunda ukalalıktan uzak bilgece laflarla akıl hocalığı yapan, ailenin maddi durumu yüzünden okulundan ve ideallerinden vazgeçmiş olmanın ezikliğiyle (ve bu ezik hissiyatın sonlara doğru patlama noktasına gelişiyle) filme önemli bir katkı sağlıyordu. (Aynı zamanda “hiçbir kadın, Phil Collins dinleyen bir adamı gerçekten sevemez” repliğinin de sahibiydi.) Onu canlandıran Amerikalı genç oyuncu Jack Reynor ise peruğu haricinde bu önemli rolü iyi temsil etmiş denebilir. Sonuç olarak ne olursa olsun, bir John Carney filmi mutlaka izlenmeli.
Osman Danacı
odanac@gmail.com