Korku gerilim tarzında kısa filmler çeken, film eleştirileri ve inceleme yazıları yazan Can Evrenol’un merakla beklenen ilk uzun metraj filmi Baskın: Karabasan, seyirciyi ikiye bölse de genele vurursak önemli bir çoğunluğu memnun etmiş bir film. Memnun olmayan kesimden bir izleyici olarak özetle film hakkında bir bardak suda fırtınalar koparılmış olduğunu düşünüyorum. Fantastic Fest’te en iyi yönetmen, Morbido Fest’te ise en iyi film ödülleri almış, buna benzer çeşitli festivallerde de ilgi ve övgü görmüş Baskın’ın, teknik yönden yabancı destekli yerel yapımların yurtdışına otantik bir tat vermesinden ötürü bu kadar beğenilmesi yeni sayılmaz. Bazen Tayland, Endonezya veya Şili gibi ülkelerden çıkan tek tük baharatlı korku gerilim filmleri de bu otantik tat sayesinde sınırlı kitleye hitap eden bağımsız festivallerde övgüler ve ödüller kazanarak uluslararası arenada sesini duyurabiliyor. Eminim onlarda da bizde olduğu gibi “bütün dünyanın bayıldığı film”, “sonuna kadar izlemek cesaret ister” gibi pazarlama cümleleri kurulmuş, bunun sonucu Amerika’yı yeniden keşfetmiş gibi bir duyguya kapılmışlardır. Bana göre artılardan çok eksilere sahip bir film olduğu gibi, yapılan pr çalışması sonucu iki festivalden ödül aldı diye Türk korku sinemasında neredeyse bir devrim olduğu iddiasına kanılmaması gereken bir film.
Can Evrenol, kısa filmleriyle edindiği hayran kitlesini, yazdığı eleştiri ve incelemeler sayesinde edindikleriyle birleştirip genişlettikçe kendisine dair beklentileri de katlamış bir insan. Kendi adıma özellikle Öteki Sinema sitesindeki korku festivalleri izlenimlerini ve “Yeni Fransız Dehşet Sineması” konulu incelemesini çok beğendiğim için, onun çekeceği bir korku / gerilim / gore / giallo vesaireye dahil beklentilerim de tavan yapmıştı. Hatta kendisinden tam olarak ne beklediğimi bile biliyordum. Bol kanlı, bol göndermeli, ama altyapı harcında dramatik unsurlar da bulunan, derdi ve ruhu olan bir senaryo, kilit sahneleriyle kült olacak bir film. Ama önce senaryo. Çünkü işin teknik kısmı herşeyi mümkün kılan günümüz şartlarında zaten sorun olmuyor. Kaldı ki, “gece devriyesindeki beş polisin bir gece gelen yardım çağrısı üzerine destek için gittikleri eski bir Osmanlı karakolu harabesinde başlarına gelen dehşet dolu anlar” plotu daha en başından özenli bir korku senaryosunu hak ediyor. Çünkü bu plottan o kadar çok var ki, senaryonun bu plotu detaylandırırken daha orijinal müdahaleler tasarlaması veya Evrenol’un da farkettiği üzere bazı yerellikler serpiştirmesi gerekiyordu. Oysa Evrenol’un tüm o eleştirel enerjisi, elin Fransızı’nın korku parametrelerini bile çözen sinefil zekası, kendi yerelliğini anlamsızca basite indirgeyip peliküle yansıtamamış bana göre.
Aslında filmin eksilerini baştan sona detaylı bir şekilde, sahne sahne ele alabiliriz. Ama o enerjiye ve zamana değip değmeyeceği tartışılır. Daha açılıştaki rüya sahnesinin sıradanlığı bile vasatlığın ayak seslerini duyuruyor gibi. Köhne restoranda rakı sofrasında muhabbet eden polisler, oraya bir kovayla et getiren gizemli kişi, etlere yakın giren çekimler, polislerden birinin tuvalette bir kurbağa görüp delirmesi, yine polislerden Yavuz ile garson çocuk arasında çıkan suni kavga. Hepsinin ilerleyen dakikalarda bir yerlere bağlanacağını düşünerek izliyoruz. Bir yere bağlanmayacağından emin olduğumuz tek şey Yavuz’un sofrada anlattığı ve yıl olmuş 2016, hala bunlar senaryoya konuyor mu dediğimiz travesti hikayesi. Filmleriyle bir bütün olarak olmasa da, bazı sahneleriyle, o sahnelerde anlattıkları hikayelerle iz bırakmayı başaran senarist / yönetmenler için kaçırılan ilk önemli fırsat. Yavuz’un Goodfellas özentisi kavga sahnesini fırsat olarak bile nitelemek yanlış. Ana mevzudan önce ekibin ihbar sonrası yolda giderken “Dere boyu kavaklar” türküsü eşliğinde neşelenmeleri (ki bu sahneye bile hiç bilinmeyen başka bir yerli şarkıyla iz bırakmak mümkündü) ve gece ıssız yolda birine çarpıp kaza yapma klişesi filmi adım adım orijinallikten koparıyor. Seyirci (ben) ise ana mevzudan hala ümitli şekilde tüm bu banallikleri sineye çekiyor. Bir an önce sadede gelmek istiyor.
Sadede gelindiği, yani eski karakol binasına girildiği bölüm başarılı ama sanki gereğinden biraz uzun. Ne ile karşılaşılacağı belli olmayan karanlık ve ürkütücü atmosfer, sonra orada yardım çağrısında bulunan polislerden birine rastlanması (ki bu kısım açıklanmayıp, nasıl oldu kendin bul denmiş), bu polisin tuhaf halleri, nihayet acayipliklere start verilmesi ve ekibin bir şekilde yeraltına inişi genel olarak başarılı bir girizgah olarak görülebilir. Hatta devamında ipin koparıldığı panik ve kaos ortamı da bu girizgahı tamamlar nitelikte. Ancak bir korku filmi için maden niteliğinde olan bu bölümün kısa kesilip, alelacele “gözlerini açınca bir de ne görsünler” evresine girmesi filmin kendi ayağına sıktığı bir başka önemli an. Ondan sonra gelen ve büyük ihtimalle Evrenol’un bir an önce ulaşmak için acele ettiği ve asıl bel bağladığı uzun bölümle ilgili çeşitli yazılarda izlemediğim bazı filmlere yönelik referansları -hep yaptığım gibi- umursamadım. Benim için ne gördüğüm önemliydi. Bu bölüm için, iyi malzemeyle yapılmış kötü yemek benzetmesini yapabilirim. Çünkü Evrenol, tasarladığı bu yeraltı evrenine yeni bir şeyler katmak (hadi söyleyelim: özgün olmak) yerine, muhtelif filmlerde gördüğü suyunun suyunun suyu klişelere kendi metaforlarını üstünkörü monte ederek özgün rolü yapıyor. Kusura bakmasın da, birinin ağzından böcek çıkarmak veya kafasına anahtar sokmak gibi açıklaması seyircinin kucağına bırakılmış imgesellikler bildiğin tembel işi hareketler.
Bu “kucağa bırakma” olayı, filmin sözde kilit karakteri Arda’nın umutsuzca bir yerlere varmasını beklediğimiz (ama varmayan) çocukluk rüyaları ve Remzi abisiyle salaş lokantada karşılıklı oturup konuştuğu yetişkin halüsinasyonları ile seyirciye imge, simge, metafor vs. dayatılmaya çalışılmasından ibaret. Hani neredeyse bu sahneler çıkarılsa filmden hiçbir şey eksilmeyecekmiş gibi bir hava var. Ne var ki Can Evrenol, bu dayatmayı tüm filme yaymak ve hiçbirine kendi açısından bir açıklama getirmemek suretiyle içinden çıkılması zor bir anlamsızlıklar silsilesi yaratıyor. O kadar çok soru var ki, Evrenol’un sosyal medyadaki bazı dostları (objektif davrananları tenzih ederim) filmi yere göğe sığdıramayıp bu sorulara cevap vermek için adeta şekilden şekile girmişler. Madem öyle, direk bu yazıları kullanma kılavuzu niyetine okusaydık. (O vakit kullanmaktan vazgeçebilirdik belki.) Evrenol, o çok iyi analiz ettiği Fransız korku furyasından ders çıkarıp, abuk sabuk (hatta iddia ediyorum, cevabını tam olarak kendisini dahi bilmediği) bir sürü soruyu bu şekilde kucaklara bırakmak yerine, apar topar zincirleyip bir an önce deşmeyi tercih ettiği karakterlerini Frontière(s), A l’intérieur, Haute Tension, hatta İngiltere’den The Descent filmlerindeki gibi bir hayatta kalma mücadelesine sokup öyle deşebilirdi. Belki bu sayede fikirler başka fikirleri çağırır, ortaya çok daha özgün sahneler, unutulmaz anlar çıkardı.
Can Evrenol’un bu tercihini politik olarak yorumlamak daha kolay bir çıkış yolu olarak görünüyor. Zira filmin kurbanı konumundakiler, toplumda huzur ve güven algısı yaratması gerektiği halde uzun yıllar tüm eleştirilerin odağına geçerek tam tersini yaratan polisler. Onları birer “survival” pozisyonuna yerleştirip kahramanlaştırmak yerine bağlı halde işkence ederek kesip biçmek Evrenol için daha adil bir çözüm olmuş. Bilinçli mi, yoksa bilinçsiz mi yapılmış bilemiyorum ama zaten hiçbir karakter üç boyutlu hale getirilmemiş. O yüzden bu polislerin oluk oluk kanatılmasına ne sevinmek, ne de üzülmek mümkün oldu benim için. Arda, Remzi’ye emanet edilmiş genç bir polis, Remzi de ona korumacı yaklaşıyor. Beş polis arasındaki en dramatik kurgu bu. Yeraltındakiler için ise seyirciden bol bol teori kasması beklenmiş. O kadar ucu açık ve klişeler bütünü bir “tarikat” durumu var ki, hangi politik argümana veya hangi gore eğilimli korku filmine yüzünü dönse referans niyetine birşeyler çıkarılabilir. Aslen bir otopark görevlisi olan Baba rolündeki Mehmet Cerrahoğlu’nun bu tiplemesi, şayet daha farklı işlenseydi kült bile olabilirdi. Bu haliyle de olur mu, onu zaman gösterir. Ama böyle bir karakterin gizemini “yavrum, evladım” muhabbetiyle baltalarsanız, ona böyle bir sonu (hatta herhangi bir sonu) reva görürseniz kimse onun geçmişini merak edip teori üretmez. Şayet Evrenol, bu film için bir prequel çekmeyi planlamıyorsa, elindeki bütün malzemeyle ölü yatırım yapmış.
Eleştiri yazan çoğu kişi, mesela son dönem Türk sinemasındaki “dakikalarca uzaklara bakan adam” resmini “o aslında adamın içsel yolculuğunun betimlenmesi” şeklinde yorumlama eşiğinden geçmiştir. Tabii buradaki “Türk Sineması”, belli bir çıtanın üzerindeki adam yerine konası örneklerden ibaret. Baskın için de “Türk sineması standartları düşünüldüğünde…” diye başlayan övgü cümleleri aslında filmin sikletini ortaya koyuyor. En kötüsü de artık furyaya dönüşmüş cin filmlerinden mülhem korku sinemamıza bir çıta oluşturma çabasına alet edilmesi. Yani döne dolaşa bu filmi ancak Hasan Karacadağ ekolüyle kıyaslamak durumunda kalıyoruz ne yazık ki. Evrenol’un bunu hedeflediğini sanmıyorum. Ama kendisinin de övdüğü Fransız korku dalgasının, somut şiddeti soyut olanla aynı potada eritip gizemli de olsa belli bir (veya birkaç) amaca yönlendirme becerisini kendi filmine nakşedememiş. Aslen bunu mu hedefliyordu bilinmez. Her iki ucu da açık bu senaryonun “isteyen istediği yere çeksin” tutumu, ortaya kontrol yerine tam tersi bir kontrolsüzlük, devamında da bolca “esinlenme” çıkarıyor. Sonuç olarak, özellikle elle tutulur bir senaryosu olmayan, şiddete abanarak prim yapmayı seçmiş, bir “ilk” olmak ile onlarca benzeri olan sıradan bir film olmak arasında ince bir çizgi dahi çizememiş bir yapım Baskın: Karabasan.
Osman Danacı