Enkaz’ın afişine baktığınızda, San Andreas Fayı (2015) gibi büyük bir deprem felaketiyle karşılaşan bir metropolde hayatta kalma mücadelesinin yaşandığı bir film beklentisine girebilirsiniz. Filmin fragmanlarını izlediğinizde ise, depremden sonra enkaz altında kalan Nisa karakteri üzerinden anlatılan, Toprak Altında (Buried, 2006) gibi bir filmle karşı karşıya olacağınızı düşünebilirsiniz. Ama Enkaz, ne bir deprem filmi ne de tamamen toprağın altında geçen bir kurtulma hikâyesi… Sinemanın mevcut konvansiyonlarına çok fazla yüz vermeyen, tür filmi klişelerine yaslanmayan, travmatik bir deneyimin aktarılmasına odaklanan bir yapım.
Filmin esas merak unsuru enkaz altında kalan Nisa’nın kurtarılıp kurtarılamayacağı sorusu olsa da, asıl olarak hikâye deprem sonrasında hayatta kalan Barış karakteri üzerinden ilerler. Barış’ı kendisini doğaya vermiş, kameraya konuşarak yaşadığı travma ve suçluluk hissinden kurtulmaya çalışırken görürüz. Filmin esas vurgusu tam da buradadır: İnşa ettiğimiz kentler, binalar, işyerleri, okullar, hastaneler… Kısacası medeniyetin kendisi bir doğal afet karşısında çok korumasız ve dayanaksızdır. Bir anda yıkılma, yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Filmde, Nisa’nın enkaz altında kapalı bir alanda kalmasıyla Barış’ın doğa içerisinde açık bir alanda olması, birinin kurtarılmayı beklemesi diğerinin ise kurtulmuş olması arasında bir tezatlık kurulur. Bu tezatlık üzerinden, suçluluk duygusu iki tarafın gözünden de seyirciye aktarılır ve ölmenin mi yoksa yaşamanın mı daha büyük bir yıkım olduğu gibi ağır bir soru ortaya çıkar. Kuşkusuz, bu bir paradigmadır; net, basit bir cevabı ve çıkışı yoktur. Ama aslolan, gündelik hayatın koşturmacasında göz ardı edilen basit fakat varoluşsal olarak değerli sorularla yüzleşme zorunluluğudur.
Enkaz karakterlerinin tek boyutluluğu ve dramatik çizgisinin tekdüzeliğiyle bu sorunu ne kadar seyircinin odağına taşıyor, seyirciyi aynı meseleye ortak ediyor, burası tartışılır. Karakterlerin daha derinlikli olmasının, geçmişlerinin, kendi içlerinde yaşadıkları çatışmaların, kurtulma çabasından çok sorgulama sürecinin öne çıkartılması gibi meselelerin filmin seyirliğini arttırmada yardımcı olacağını düşünüyorum. Ancak dramaturji ve anlatım açısından eksikliklerine karşın, Enkaz filminin esas başarısının modern toplumdaki bireyin bilinçaltına bastırdığı ve yok ettiği ölüm korkusunu yeniden hatırlatması olduğuna inanıyorum. Filmdeki deprem aslında bireylerin ve bireysel hikâyeler üzerinden toplumun bastırdığı şeyleri yüzeye çıkarmaya yarayan bir kırığa dönüşüyor. Barış’ın kameraya bakarak kendisiyle konuşması ve travmasıyla ancak o şekilde yüzleşmesi gibi, film de insanlara yüzleşemedikleri gerçeklerle karşı karşıya gelmeleri için bir kapı aralıyor.
Muhtemelen Enkaz, özellikle günümüzdeki gibi kriz anlarında kaçış isteğinin daha da baskın olduğu bir zaman diliminde gösterime girerek büyük bir risk alıyor. Seyirci açısından çok karşılık bulamayacak olsa da, beklenen İstanbul depremi öncesinde yaşadığımız ve yüzleşemediğimiz korkularımızı bize yeniden hatırlattığını not etmekte fayda var. İleride bir dönemin ruhunu ve korkularını anlamaya çalışacağımızda, yeniden filme geri dönüp bakma ihtiyacı hissedeceğiz muhtemelen.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com