Christoffer Boe, Reconstruction filmiyle birlikte ismini bütün sinefillerin aklına yerleştirmişti. İlk filmi, gerek karanlık atmosferi gerek melankolik aşk hikayesi gerekse de kurgunun gerektiğinde nasıl insanın canını yakacağını göstermesi açısından takdire şayandı. Bu ilk filmiyle Cannes Film Festivalinde, en iyi ilk film ödülünü de kazanmıştı. Boe’nin ikinci uzun metrajı Allegro ise, bir piyanistin melankolik yaşantısını anlatıyor.
Filmin açılışında çizgi roman estetiğinde, bir dış sesin anlatısıyla önce Zetterstrom’un çocukluğunu izliyoruz. Zetterstrom’un hayatı henüz yedi yaşındayken dinlediği piyano sesiyle değişmeye başlıyor. Piyano, onu o kadar çok etkiliyor ki, günlük hayattan kaçmak için onun sığınağı haline geliyor. İnanılmaz bir azimle piyano çalmasına rağmen, çok gururlu aynı zamanda. Hatalarından ders çıkarmayı bilmiyor, geçmişle yüzleşmeyi ise reddediyor, sürekli ileriye bakıyor. Piyano çalma konusunda çok yetenekli ama tutkunun eksikliğini sürekli hissediyor. Bu onun hem sanatında mükemmelleşmesini sağlıyor hem de onu içten içe tüketiyor. Bu tutku eksikliğinden dolayı kendini tam bir insan olarak görmüyor. Bir gece evinin anahtarlarını unutuyor ve dışarıda kalıyor. Bu dalgınlığı sayesinde Andrea’yla tanışıyor. Kısa sürede birbirlerine aşık oluyorlar. Fakat Zetterstrom buna hazır değil. Bunca yıl aşkın eksikliğini hissetmesine rağmen, duygularından emin değil. Kısa süreli birlikteliklerinden sonra ikili ayrılıyor. Zatterstorm’da anılarıyla yüzleşmeyi yine reddederek ileriye bakmayı tercih ediyor. New York’a gidiyor. Hayatına burada devam ediyor.
Aradan 10 yıl geçtikten sonra ise mucizevi bir olay gerçekleşiyor. Zatterstrom’un yüzleşmek istemediği ve sürekli gerilere attığı anıları artık buna dayanamıyor ve patlıyor. Bu patlamayla birlikte Kopenhag’ın içinde küçük bir mahalleye yayılıyor. Bu mahallenin dışarısıyla iletişimi kesiliyor, kimse içeri giremiyor. Eski arkadaşlarından biri, daha sonra Zatterstrom’u Kopenhag’a çağırıyor. Zatterstorm’un gelişinden sonraki bölümde de, onun anılarını yeniden bulma serüvenini izliyoruz. Filmin bu bölümü daha simgesel, yer yer D.Lynch’i andırsa da, yönetmenin de belirttiği gibi esas kaynağı Tarkovsky’nin sineması. Zatterstorm kendi anıları arasında dolaşırken, bizde bilinçaltının gizemli labirentlerinde anlaşılmaz bir gezintiye çıkıyoruz. Bir kapıdan giriyor, alakasız bir kapıdan çıkıyor derken, Zatterstorm sonunda olan bitenin farkına varıyor. Farkına vardığında ise artık iş işten geçiyor.
Açıkçası film başlamadan önce bir C.Boe filmi izliyorum diye gardımı almıştım. Hazırlıklıydım, hem Reconstruction’ı defalarca izlemiş, hem D.Lynch sinemasına uzak değildim. Fakat filmin başında Zatterstorm’un çocukluk hali bana o kadar yakın geldi ki, hemen onunla bir empati kurdum. Gardım düştü, kendimi filmin karşısında çırılçıplak hissettim. Zatterstrom’un hayatına birden kendimi kaptırmıştım. Artık fitil ateşlenmişti ve geriye dönüş yoktu. Yine Kopenhag’ın insanın kanını donduran sessizliği ve melankolisi içinde sınırlı mekanlarda dolaşıyordum. C.Boe’nin kamerasını bu kadar özel kılan, bu kadar kendimizi kaybetmemize neden olan büyüsü neydi acaba? Bunu sürekli sordum kendime. Melankoliyi bu kadar iyi nasıl yansıtabiliyordu? Karakterleri niye bu kadar güçlüydü? Beynimde bu sorular uçuşurken filmin ikinci bölümüne sert bir geçiş oldu. Birden Zatterstrom’un anıları artık baskıya dayanamadı ve patladı. Bu da bana çok tanıdık geldi. İzlediklerim aslında modern insanın trajedisinden başka bir şey değildi. Sadece görkemli tiyatro sahnelerinde neşeyle oynanan oyunlardan farklıydı. Daha çarpıcıydı, daha özeldi, daha melankolikti, daha gerçekçiydi. Film bittiğinde ise mükemmeliyetçiliği arama yolundaki birey neden yalnızlığa mahkumdur dememek elde miydi? Niçin mükemmeli arama yolculuğunda kendimizi izole etmek zorundaydık? Aşk ve tutku, bu yolculuğa engel miydi? Yoksa onlarla birlikte de böyle bir yolculuğa çıkılabilir miydi? Sorular sorular sorular, beynimi kurcalıyor sürekli. Christoffer Boe’nin sineması özünde bir aşk yolculuğunu anlatıyor aslında. Fakat bu yolculuk o kadar zengin ve felsefik ki, içinde her şeyi barındırıyor. Filmin sonunda yönetmene, bir ebleh bu film neyi anlatıyor diye sordu. Yönetmende bunun cevabını ben değil, sizler vereceksiniz, benim amacım soru sordurmaktır dedi. Sahiden de Boe’nin bir filmini izledikten sonra insanın kafasında birçok soru işareti oluşuyor. Bir yanda aşk diğer yanda mükemmele yolculuğun verdiği yalnızlık. Aslında birbirleriyle ne kadar da iç içeler…
Filmi bir kez daha izledikten sonra yazıyı tekrar okudum ve yazımın fazlasıyla duygusal ve haddini aşan bir yazı olduğunu fark ettim. Filmin sadece beni heyecanlandıran ve düşündüren kısımlarını arıtarak vermişim. Film etkileyici, farklı ve ilginç bir çalışma. Ama bütün bu çekiciliğine rağmen, filmde çok büyük kopukluklar da var. En büyük eksiklik aslında filmin çıkış noktasından kaynaklanıyor. Filmin senaryo aşaması ilk başta bir komedi filmi düşünülerek başlamış. Bu komedi içinde hem bir aşk hikayesi hem de Matrix’e çeşitli göndermeler yapılarak eğlenceli, sitcom tarzı bir film planlanmış. Fakat zaman içinde hikaye değişerek son halini almış.
Filmin son halini izlediğimizde komedi öğeleri filmden o kadar kopuk gözükmese de, büyük bir boşluk var ki; o da Tarkovsky‘nin Stalker‘ına benzer şekildeki “Bölge”. Bu bölge yaratılırken Stalker temel alınsa da, yönetmen bunu geliştirerek, kendine ait bir “Bölge” yaratmak istemiş. İşte bunu yaratmada pek başarılı olamamış. Stalker gibi bütünsel bir bakış ve felsefi derinlikten arındırılarak, kişisel anıların yeniden oluşturulduğu Charlie Kaufman senaryolarındakine benzer bir evren oluşturulmak istense de, bu epeyce boşluğu da beraberinde getirmiş. Filmin en büyük eksisi de bu.
Son yıllarda sadece mainstream filmlerde değil, bağımsızlarda da çok fazla sıkıcı ve seri üretim tarzında filmle karşılaşıyoruz. Bu yüzden bir filmde en ufak bir ayrıntı, bir yaratıcılık, bir farklılık görünce onu öve öve bitirememek gibi bir gaflete düşmemek babında, filmin artıları kadar eksilerini de belirtmekte fayda gördüm. Christoffer Boe ilk filmi Reconstruction gibi Allegro‘da da, kendine ait bir sinema dili oluşturabileceğini, yaratıcı ve farklı bir yönetmen olduğunu gösteriyor. Ama bu sinema dilinin oturması için biraz daha zaman gerekiyor. Kendisininde belirttiği gibi hala filmlerine bütçe bulmakta zorlanan bir yönetmen. Hala okuldaki arkadaş çevresiyle filmlerini çekiyor. Başrol oyuncularını filmde oynatmak için bile ciddi efor sarfediyor. İlerleyen yıllarda bazı eksikliklerini gidererek, daha da güzel filmlerini izleyeceğimize eminim.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
2. kez izledikten sonra yoruma tekrar dönen bir eleştirmen varsa o da Barış Saydam’dır 🙂 Hoş bir hareket. Avrupa sinemasına da böylesi sıradışı bir eleştirmen yakışır zaten. <br /><br />devam!