Dorota Kedzierzawska ismini Jestem dolayısıyla ilk defa duymuşken, kısa bir araştırma sonrasında Nic filmiyle aslında birçok festivalde ödül aldığını ve dünya genelinde tanındığını öğrendim. Andrzej Wajda, Roman Polanski, K. Kieslowski ve Agnieszka Holland gibi ilk etapta hatırlayabileceğimiz Avrupa’nın önemli yönetmenleri arasında gösterilen bir jenerasyon yetiştiren Polonya sinemasının, belki de son yıllarda adını en çok duyuran yönetmenlerinden biriymiş meğerse, Kedzierzawska. Jestem’i izledikten sonra, onun uluslararası alanda en çok hatırlanan filmi Nic’i izlemek içinde, içimde büyük bir merak uyandı. Gerçekten atmosfer yaratmada ve hikayesini klişelere sırtını dayamadan izleyiciye aktarmada çok yetenekli bir yönetmen.
Berlin Film Festivali’nde “Özel Mansiyon Ödülü” kazanan Jestem, lakabı “Mongrel” olan Kundel isimli bir çocuğun yaşadıklarını anlatıyor. Yetimhanede kalan Kundel, buraya uyum sağlayamaz ve evine, annesinin yanına dönmek için yetimhaneden kaçar. Evine döndüğünde ise, beklediği sevgiyi annesinde bulamaz. Çünkü annesi de Kundel gibi sevgiye açtır, bu nedenle umutsuzca sevgiyi cinsel birlikteliklerde arar. Kapılar arka arkaya Kundel’in üstüne kapanırken, Kundel’de tek başına yaşamaya çalışır.
Pastel tonlardaki renklerin ağırlıkta olduğu bir renk paletiyle, eşsiz doğa görüntüleri ve etkileyici müzikleriyle Jestem, şiirsel bir ahengin yakalandığı, sade ama büyüleyici bir drama. Üst sınıf ve alt sınıftan iki çocuğun yaşamını da bu dramanın içinde eriten yönetmen, bu sayede sınıfsal eşitsizliklerin de hissettirmeden altını çizmiş. Farklı sınıflara mensup, neredeyse yan yana yaşayan iki çocuğun birbirine tamamen zıt şekilde gelişmesine rağmen, mutsuzluk ve sevgisizlik temelinde birleşen yaşamlarını da abartıya kaçmadan, insanın içine işleyen bir sadelikle aktarmış. Bunun yanı sıra tabii ki, çocukluğun masumiyeti, ilk aşkın getirdiği duygusal karmaşıklıklar, ailesinde bulamadığı sevgiyi dışarıda aramanın getirdiği çaresizlik, çevrenin baskısı ve kendi ayakları üzerinde kalmanın zorluğu… Yönetmen bütün bunları son derece duyarlı, naif ve duygusal bir sinema diliyle ekrana taşımayı başarmış. Hikaye anlatımıyla Dardenne Kardeşler’in biraz daha dramatik yapıya sırtını yaslayan biçimi olarak da görülebilir. Jestem, onların sinema diline ve hikayeyi işleyiş tarzına benzer bir çalışma.
Küçük çocuklar için sessizce birlikte oturup, ortada hiçbir şey yokken bile gülmek ve mutlu olmak çok kolaydır. Oysa büyüdükçe hayat ciddileşir ve sessizce oturup vakit geçirmek bir süre sonra yetmemeye başlar. Hayatın ciddiyetini anladıkça, vaktimizi daha ciddi işlerle geçirmek zorunda kalırız. Sorumluluklarımız arttıkça hayatlarımız ağırlaşırken, çocukluğa özgü o hafifliği kaybederiz. Jestem, çocukluğun o hafif ve masum havasını, sebepsiz mutluluklarını izleyicilere yansıtmayı başarıyor. Ele aldığı temaları benzersiz bir biçimde peliküle aktardığı gibi, filme ismini de veren insan “varlığını” da kutsamayı ihmal etmiyor. Kundel’i aslında etrafındaki diğer fakir, sefil ve çaresiz insanlardan ayıran en büyük özelliği de, varlığına olan inancı. Yaşamında onu kimse sevmese de, kimse ona ihtiyaç duymasa da bu sayede neşesini de koruyarak hayata tutunmaya çalışıyor. Yönetmenin insan varlığını kutsayan tavrı, hikayesini ince ince dokuyarak anlatması, insanın içini ısıtan yakınlığı ve çocukluğun masumiyetini dışavururmuşcasına hazırladığı görsel atmosferiyle Jestem, klişe gibi görünen bir konuyu özgün ve ihtiyatlı bir şekilde beyazperdeye aktarmayı başarıyor. Bu sayede sinemada, çocukluğun masumiyeti ile birlikte, hayatın zorluğu ve insan varlığının önemine dair, eşine pek az rastlanacak düzeyde başarılı, sımsıcak ve insancıl bir hikaye çıkıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com