2.Dünya Savaşı’nın ve faşist hükümetin açtığı yaraları kapamaya çalışan ve iki kutba ayrılan dünyada kendine yer kapma derdinde olan ve bunu yaparken de insani duyguları hiçe sayan bir dönemi arka planına alır, L’Eclisse. Borsada açgözlülükleri yüzünden paralarını kaybeden insanların yıkılmışlığı bu yüzden gözümüzde önemli bir ayrıntı olarak yer almaz. Onlar açgözlülüklerinin ve yeni sistemin kurbanlarıdır. Bu noktadan bakarsak, arka plan olarak da üçlemenin en zengin filmidir; L’Eclisse.
Serbest çevirmenlik yapan Vittoria’nın yaşamına odaklanan L’Eclisse, üçlemenin bütün özelliklerini içinde barındıran bir kolaj yapısında olsa da, baş karakterin yalnızlığa karşı takındığı tutumla seride farklı bir rota izler. La Avventura ve La Notte’yi hatırlarsak, karakterler umarsızca birbirlerini kabullenerek yalnızlıklarını gizlemeye çalışıyordu. L’Eclisse’e döndüğümüzde ise; Vittoria’nın mutsuz birliktelikler yerine yalnız kalmayı seçtiğini görüyoruz. Antonioni bu durum için şu ifadeleri kullanıyor; “Film yalnızlık teması üzerine yoğunlaşır ve içimizde varolan yalnızlığın aşkla kapatılamayacağını anlatır.” Diğer karakterlerin aksine; Vittoria bu durumu fark eder ve farklı beklentilerle beraber olduğu erkeklerde mutluluğu bulamayacağını gözlemler. Kendi başına yatağına yattığında mutludur, ama Piero onun yanına uzandığında keyfi kaçar. Bunun birlikte yalnızlığın çevresini sardığını ve demir parmaklıklara benzeyen bir içsel kafesin içinde bulunduğunu da anlar. Antonioni bu içsel mahkumiyeti seyirciye fiziksel kafesi andıran sekans planlamasıyla gösterir. Antonioni, L’Eclisse’de buna benzer pek çok sekanstan da yararlanır. L’Eclisse diğer Antonioni filmlerinin aksine, mekan tasarımına gösterilen özenle de ayrı bir yerde durur. Karakterlerinin içsel yoksunluklarıyla zıtlık oluşturacak şekilde, filmdeki evler birçok zevke hitap edecek sanat eserleriyle doludur. Kitap ve dergilerden, vazolara, süs eşyalarına ve tablolara kadar bir dolu önemli eserin bulunduğu evlerde yaşayan, maddi açıdan eksiği olmamasına rağmen, manevi açıdan çökmüş insanların içine düştüğü karşıtlığı da böylece kadrajına alır. Roma şehri de filmin önemli oyuncularından biridir. Klasik Antonioni filmleri gibi boş sokaklar, şehrin ürkütücü sessizliği, sıra sıra dizilen evlerin düzeni ve şehre yukarıdan bakan panaromik çekimlerle Roma’da karakterlerin ruh hallerini dışa vurur. Aslında şehir çok canlıdır ve kısa süre içinde bile pek çok değişime ev sahipliği yapar, fakat karakterler aynıdır. Değişemeyen nesneler değil, karakterlerin bizzat kendileridir. Uyum sağlama sorunu varsa, çevresine uyum sağlayamayan bireyin kendisinden başkası değildir.
Antonioni karakterlerini eski ile yeninin ortasında buluşturur ve Antonioni filmlerindeki buluşmalar gibi, bu buluşmada hüzün doludur. Farklı beklentilerle bir araya gelen Vittoria ve Piero aralarındaki aşılmaz duvarları bir türlü yıkamaz. Antonioni birkaç sahnede, ikiliyi camın iki yanından öpüştürür. Bu sahneler aslında karakterler arasındaki görünmez duvarların fiziksel yansımalarından başka bir şey değildir. İlişkide güven yoksa ve değişime ayak uydurulamıyorsa mutlulukta mümkün değildir. Bunun en güzel örneğini L’Eclisse bizlere gösterir. Beyaz perdede yalnızlığı en iyi anlatan yönetmen olan Antonioni, bu kez zengin arka planı ve özenli sekans planlamalarıyla kendi sinemasının da doruğuna çıkar. Belki de sinema tarihinde ender görülebilecek bir şeydir; bir üçlemenin son filminin diğer filmlerinden daha iyi olması. Antonioni, Macera ile başlayan ve Gece ile devam eden üçlemesini, Batan Güneş’te birleştirmeyi başarır. Vittoria ve Piero’nun macerası gece vakti son bulur. Finalde nükleer savaş riskinin hatırlatılması da, batan Güneş’in aslında sadece Vittoria ve Piero için batmadığı, aynı zamanda tüm insanlığa da bir vurguda bulunduğunu gösterir cinstendir. Belki de sinema tarihinin en göz alıcı final sekanslarından biriyle üçlemesine son veren Antonioni, muhtemeldir ki; kendisinden sonra pek çok yönetmenin yanına bile yaklaşamayacağı bir yalnızlık senfonisini de pelikülde ölümsüzleştirir.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com