Ev otomasyonu tasarımcısı olan Alain Getty, evin içinde dolaşabilecek uçan bir kamera tasarlamıştır. Bu yeni tasarımından dolayı aldığı iş teklifi üzerine yeni bir şehre taşınır. Getty çifti yeni evlerine ve yeni çevrelerine alışırken bir takım sıkıntılar yaşar. Patronuyla arası iyi olan Getty, patronu Richard Pollack’ı akşam yemeğine davet eder. Davette ise, Pollack çiftinin arasındaki gerginlik ilk defa su yüzüne çıkar. Gizemli, tehlikeli, soğuk ve kışkırtıcı bir görünüme sahip olan Alice Pollack’ın Getty çiftinin hayatına girmesi, ikilinin “ideal” görünen hayatlarını da derinden etkiler. Filmin bundan sonraki bölümünde, hem Pollack çiftinin karanlık geçmişini hem de Getty çiftinin yaşadığı gizemli olayları izleriz.
Filme ismini veren Lemming aslında, İskandinavya’da yaşayan hamster benzeri kemirgen bir hayvan. Lemminglerin ilginç bir de özellikleri var. Nüfus patlaması yaşandığı dönemlerde Lemmingler, sürüler halinde nehirleri ve denizleri geçmeye çalışıyor, sonra da yorularak boğuluyormuş. Yönetmen Dominik Moll’da Lemminglerin bu ritüele dönüşen intihar hikayesini filminde bir araç olarak kullanmak istemiş gibi… Alice’in hayattan yorularak ölmeyi seçmesini, bir Lemming’in nehri geçme hikayesiyle örtüşük bir şekilde yansıtır gibi görünmüş. Gibi diyorum, çünkü hiçbir zaman bu hikayeyle film arasında birebir bir ilişki söz konusu değil. Filmde daha bu hikayeye benzer çeşitli unsurlarda var. Fakat bunların hiçbiri, bir şekilde bütünün parçalarını oluşturamıyor. Hepsi kopuk kopuk ve dağınık bir şekilde, filmin çeşitli yerlerinde, filme farklı bir tat katan öğeler gibi…
Filmin geneline klasik müzik melodileri, kolay takip edilen ve akılda kalıcı net kadrajlar, sade ve sakin bir atmosfer hakim. Ama bu sessizlik ve rahatlık fırtına öncesi bir sessizlik gibi gergin bir havayı da beraberinde getiriyor. Tıpkı Micheal Haneke filmlerinde olduğu gibi bu sakinliğin bir şekilde beraberinde patlamayı da getireceğini sezinliyoruz. Filmin sürprizli kısımları ise, ne yazık ki seyircideki beklentileri karşılamaya yeterli olmuyor. Bana göre filmin en havada kalan kısmı da, bütün sözde olaylardan sonra Mamas and the Papas’ın Dream a Little Dream of Me şarkısı eşliğinde sunulan toz pembe bir dünyaya geri dönüşün yaşanması. İlk bir saatte yönetmen harika bir atmosfer yaratıyor. Gerilimi tıpkı bu tür filmlerin usta yönetmeni A.Hitchcock gibi yavaştan ve derinden seyircisine hissettiriyor. Ama filmin ikinci yarısında başlayan gerçek/düş ve bilinç/bilinçaltının içe içe geçtiği, rahatsız edici Lynchvari dünya ile başta verilen dünya bir türlü örtüşmüyor. İki farklı atmosferi birleştirmek isteyen yönetmen, bu düşüncesinde fena halde çuvallıyor. Bu yüzden de film seyirci de bir çeşit tatminsizlik yaratıyor.
Hitchcock’un filmlerinde çeşitli kereler kullandığı, Lynch ile ayyuka çıkan, gerçeğin düşle karıştığı gerçeküstücü filmlere son dönemde sık sık rastlamak mümkün. Bunların çok azı gerçekten başarılı olsa da, seyircinin bu konulara aşinalığının sağlandığı bir gerçek. Artık hiçbir seyircinin bu tür filmlerden gereğinden fazla etkilendiğini sanmıyorum. Dominik Moll bundan önceki filminde “saplantı” temasıyla ilgilenirken, Lemming’de bu temadan biraz uzaklaşarak gerçekle düş arasındaki sınırları kesin çizgilerle belirlenemeyen dünyayı keşfe koyuluyor. Ama keşif yolculuğunda ne türe bir katkısı oluyor, ne de bu yolculukta seyirciyi kendisine ortak edebiliyor.
Filmin oyuncularına da ayrı bir paragraf açmakta fayda var. François Ozon’un da sürekli çalıştığı, Fransız sinemasının en önemli oyuncularından Charlotte Rampling filmdeki diğer oyunculara göre daha az süre almasına rağmen, filmdeki en etkileyici performansı gösteriyor. Çok zor bir karakteri oynamasına rağmen, filmdeki en kilit etkiyi de oynadığı karakter yapıyor. Son dönem Fransız sinemasının önemli yüzlerinden, benimde çok beğendiğim, filmin diğer Charlotte’u; Charlotte Gainsbourg da gayet başarılı ve oynadığı karakterin bütün özelliklerini taşıyor. Gerektiğinde sevimli ve sıcakkanlı, gerektiğinde ise son derece soğuk ve gizemli. Filmin ana karakteri olan Alain Getty’yi oynayan, daha önce de Dominik Moll ile çalışmış olan Laurent Lucas ise; karakterinin paranoyasını yansıtmakta zaman zaman yetersiz kalsa da, filmin genelinde iyi bir performans ortaya koyuyor.
Anlatım ve atmosfer olarak Hitchcock, Lynch, Clouzot gibi gerilim ve paranoyayı çok iyi yansıtan usta yönetmenlerden ciddi etkilenimlerin hissedildiği Lemming, bu tarz filmlere farklı bir yerden yaklaşarak “biraz” da olsa farklı açılımlar yaratmak istese de, bu istediğinde başarılı olduğu söylenemez. Ele aldığı konuları yerli yerine oturtamadığı gibi, senaryosundaki boşlukları da kapamayı beceremeyen Moll, filminin ikinci yarısında izleyenleri mutlak sonla bir türlü buluşturamıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com