Aki Kaurismaki’nin “Shadows in Paradise” filmiyle başladığı ve daha sonra “Ariel” filmiyle devam ettiği, “İşçi Sınıfı Üçlemesi” adını verdiği serinin son filmi “Match Factory Girl”. Kaurismaki’nin daha önceki filmlerini izleyenler onun son derece sade, minimalist üslubunun yanı sıra filmlerinde sürekli toplumun dışına itilmiş basit insanların sıradan ve zorluklarla geçen hayatlarını anlattığını biliyordur. Bunu anlatırken de toplumsal eleştiri ve kara mizahı oldukça etkili kullanıyor.
Kibritçi Kız’da da bütün bunları görmek mümkün. Iris, bir kibrit fabrikasında yürüyen bantın üzerindeki kibrit kutularının etiketlerini kontrol etmekle görevlidir. Iris, soğuk, içine kapanık, basit ve sıradan bir kadındır. Hayatı da tekdüzedir. İşten eve gelir. Sonra ev işleriyle uğraşır. Üvey babası ve annesinin yanında yaşar. Maaşını ailesine verir, buna rağmen evde kalan bir kiracı gibidir. Ne iş yerinde bir arkadaşı vardır, ne ailesiyle iletişimi. Yabancılaşma ve iletişimsizliğin egemen olduğu bir dünyada Iris’te kendisine düşeni fazlasıyla almaktadır. Tek eğlencesi okuduğu kitaplar ve gece gittiği bardır.
Barda bile kimse onun farkına varmaz. Buna rağmen ısrarla süslenip bara gitmeye devam eder. Bir gün maaşının büyük bölümünü vitrinde gördüğü bir elbiseye yatırır. Ailesinin bu davranışa çok sinirlenmesine rağmen, o elbiseyle bara gider ve şansı o gece için döner. Barda zengin bir adamla tanışır ve geceyi onun yatağında geçirir. Aslında aradığı sevgi ve huzurdur. Fakat işler istediği gibi gitmez. Hep bir rüya ülkesine uçup gitmeyi hayal eden kibritçi kızın bu arayışı onu daha da hüzünlü bir hikayenin içine çeker.
Barda beraber olduğu Aarne, Iris’e onunla bir gelecekleri olmayacağını belirtir fakat işler bununla da sınırlı kalmaz. Iris geçirdiği bu tek gecelik ilişkiden sonra hamile kalmıştır. Aarne’nin kendisini istememesine rağmen bebek sayesinde yine kendine bir çeşit teselli bulur. Öyle ki, Aarne’ye durumu anlatmak için yazdığı mektupta bu olayı kaderin kendileri için ayarladığı bir sürpriz olarak gösterir. Fakat Aarne’nin buna tepkisi çok sert olur ve mektuba iki kelimelik bir cevap yazar. (“o piçten kurtul”) Durumdan haberdar olan üvey babası da Iris’e evden gitmesi gerektiğini söyler. Böylece zaten sıradan ve sefil bir hayatı olan, tekdüze bir yaşam süren Iris, kendini iyice yitik, aldatılmış hisseder ve testi buradan sonra kırılır. Çevresindeki insanların bu zorbalığı Iris’i de bir femme fatale’ye dönüştürür, artık Iris’in tatlı rüyaları asılsız hayallere çevrilmiştir. O da çevresindekilerden bunun intikamını kendi yöntemiyle almaya başlar.
Aki Kaurismaki, kendine has üslubuyla Hans Andersen’in masalını Finlandiya toplumuna uyarlamış. Fakat bu masalda iyi olan hiçbir şey yok, mutlu olan hiçbir karakter yok. Oldukça hüzünlü ve ağır bir drama olmuş. Bu filmi izledikten sonra İskandinav insanlarının o katıksız melankolisini daha iyi anlıyoruz. Etraflarına ördükleri bu kalın iletişimsizlik duvarında gerçekten bir umut ışığı bulmak oldukça zor. Andersen’in masalında olduğu gibi Kaurismaki’nin Kibritçi Kızı da şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş düşler dünyasına dalıyor.Tıpkı niceleri gibi…
Barış Saydam