Güneşli Pazartesiler filmini izledikten sonra Fernando Leon de Aranoa ismini unutmak mümkün değildir sanırım. Bir grup işsiz orta yaşlı adamın hayatını, işsizliğin nedenlerine ve dünya düzenine de değinerek ama hepsinden önemlisi, hangi şartlarda olursa olsun dostluğun ve dayanışmanın altını çizerek sunduğu bu başyapıtı, bugün bile andığımda hala içimi bir sıcaklık kaplıyor. Nereden baksam izleyeli, üç yıldan fazla zaman geçti. Üstüne bu tarz daha onlarca da film izledim. Ama hiçbiri bana Güneşli Pazartesiler kadar yakın gelmedi. O filmin üstünden üç yıl geçti ve Aranoa son filmi Princesas’la tekrar sinemaya dönüşünü müjdeledi. Tema yine bildik Aranoa filmlerinin teması; arkadaşlık, sadakat, hayatın zorluğuna rağmen yaşamaya çalışan bireyler ve tabii ki dünyanın ekonomik düzenine yöneltilen eleştiriler… Yönetmen bu sefer farklı olarak, bu temaları iki hayat kadının yaşamı üzerinden izleyicilere yansıtıyor. Hayat kadınlarının yaşamı ve onların kendilerine özgü dünyası ilk bakışta, bize bilinmeyen ve farklı bir dünyaymış gibi gözüküyor. Ama film ilerledikçe aslında bu özel dünyanın, bizim yaşadığımız dünyayla ne kadar iç içe olduğunu ve karakterlerin meslekleri dışında aslında ne kadar bizden olduklarını kavrıyoruz.
Filmin iki ana karakteri var. Birisi kendi memleketinde fahişelik yaparak hayatını kazanmaya çalışan ve göğüslerini büyütmek için para biriktiren Caye. Diğeri ise, Latin Amerika’daki çocuğuna para yollamak için İspanya’da kaçak olarak fahişelik yapan göçmen Zulema. Yönetmen Aranoa, filmine arka plan olarak seçtiği dünyayı ilk olarak Caye’nin gözünden anlatmaya başlıyor. Caye’nin bakış açısıyla pazar ekonomisine ve göçmenlik sorununa değiniyor. Göçmen olarak çalışanlara karşı önyargılı ve ırkçı bir bakıştan sonra, Zulema’nın tarafından ‘yabancı bir ülkede göçmen olarak çalışmak nasıl?’ sorusunun cevaplarını vermeye başlıyor. Göçmenlerin maruz kaldığı şiddeti, tecavüzü, emeklerinin sömürülüşünü ve çaresizliklerini ekrana yansıtıyor. Böylece soruna geniş açıdan bakarak, tarafların birbirini suçlaması yerine birbirlerini anlamasını sağlıyor. Bir suçlu aramak yerine, görünüşte farklı olsa da özünde aynı olan, hayata tutunmanın zorluğuna değiniyor. Bu sayede Aranoa, sisteme karşı eleştirilerini yöneltmekle birlikte hümanist tavrını filmin merkezi dayanağı haline getiriyor. Sosyal sorunları da ekrana taşımasına rağmen, ön planda hep insani duygulara yer veriyor. Caye ve Zulema’nın arkadaşlığı, sadakat, dostluk, sevgi gibi duyguları ön plana çıkarırken, yine ikilinin birbirlerine destek olmaları sonrasında hayata daha sıkı tutunduklarını görüyoruz. Bu dostluk da, ikilinin kendi hayatlarında aşk, tutku ve özlem gibi daha özel duyguları yaşamalarına olanak sağlıyor. Caye’nin dediği gibi, “biz varız, çünkü birileri bizi düşünüyor.” sözüne uygun bir şekilde, yönetmende insanların birbirlerini düşünerek ve birbirlerine yardım ederek daha anlamlı ve daha mutlu bir yaşama sahip olabilecekleri düşüncesinden yola çıkıyor.
Sanayi Devrimiyle birlikte günden güne yozlaşan ve ayaklar altına alınan insani değerler, sömürülen bireyler, gelişen ekonomilere tezat bir şekilde çözülen toplumlar, bizi ileriye götürmesi düşünülürken bizi geriye götüren, yabancılaştıran ve mekanikleştiren teknolojik araçlar, insanları birbirine düşürmeye çalışan pazar ekonomisi gibi günümüzün sorunlarını sürekli eleştiren Aranoa, bunlara karşılık filmleriyle görmezlikten geldiğimiz ve gün geçtikçe unutulmaya başlayan insani değerleri yeniden hatırlatıyor. Bu yüzden, krallıklarından uzakta yaşayamayan Prenseslere benzeyen, aslında çok kırılgan ve hassas olan karakterleriyle Princesas, bir kez daha dostluğun ve paylaşmanın önemini vurguluyor. Paylaşarak insan hayatının anlam kazanacağını vurgulayarak, yaşamın hep görmezden geldiğimiz ayrıntılarını ekrana taşıyor. Toplu olarak yapılan eylemlerin, yaşama bağlılığın ve tek gecelik bile olsa Prenses olmanın mutluluğunu bizlerle paylaşıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com