İsveçli yönetmen Roy Andersson, Songs from the Second Floor gibi bir başyapıttan yedi yıl sonra You, the Living’le dönüşünü müjdeledi. Özellikle benim gibi bir önceki filmini beğenen izleyiciler eminim bu filmde de Songs from the Second Floor filminden çok şey bulacaktır. Andersson son filminde birçok karakterin hayatından kesitler sunarak bir bütünsellik gözetmiyor. Birbirinden farklı karakterlerde ve sosyal statülerde olan insanları tek tek mercek altına alarak genel bir mesaj veriyor. İnsanlığa ve modern dünyaya eleştirel olarak yaklaşan You, the Living, bir anlamda ismiyle derdini özetliyor. Yönetmenin “siz, yaşayanlar” diye hitap ettiği kesim, aslında yaşadığını zanneden fakat içten içe çürüyen, bencil, küstah ve ahlaksız bir güruh. Bu güruhu anlatırken yabancılaşmanın etkilerini göstermek için yönetmen yine ruhsal olarak yıpranmış ve deforme olmuş karakterlerden yararlanıyor. Saymakla bitiremeyeceğim kadar çok karakterin olduğu film, bu karakterlerin tekil hayatları aracılığıyla toplumunda geniş bir resmini çiziyor. Bu resimde insanoğluna dair her şey var. İnsanoğlunun bencilliğini ve unutkanlığını özellikle hatırlatan Andersson, “Lethe” isimli trenden inen, sürekli hareket halinde olan ama bir türlü nereye gittiklerini ve ne yaptıklarını bilmeyen insan grubuyla da bu mesajını çok manidar bir biçimde veriyor. Yunan mitolojisinde Lethe, cehennemde aktığına inanılan nehirlerden biri. Mitolojiye göre bu nehrin suyundan içen gölgeler (ölülerin ruhları) dünyada yaşamış oldukları geçmiş fani hayatlarına dair her şeyi unuturlarmış. Andersson’un filminde ise, yaşayan insanlar hayatlarına ve insanlıklarına dair her şeyi unutuyor. Bu unutma eylemi de kuşkusuz bilinçsizce yapılan bir şey değil, bizzati isteyerek yapılan bir eylem. Filmdeki ana karakterlerden biri içmeden bu dünyanın dertlerine ve tasalarına karşı konamayacağını, içmeden bu dünyada yaşanamayacağını söyleyerek, sarhoş olmanın, umarsızca hareket etmenin ve yaşanılanları çabucak unutmanın bilinçli olarak yapıldığının da altını çiziyor. İnsanlar bu dünyanın acımasızlığına karşı içiyor ve unutuyor. Kimse bir diğerinin yükünü hafifletme veya bir başkasının sorununa çözüm bulma derdinde değil. Bu durum ister istemez bireyleri yabancılaşmaya ve izolasyona sürüklerken, Andersson’da modern insanın bu sıradanlaşan ve yabancılaşan yaşantısını olağanüstü bir sinema dili ve absürd bir komedi anlayışı eşliğinde sunuyor.
Bunun yanısıra sistemdeki tıkanıklığa ve sıkışan düzene karşı eleştirilerini yönelttiği Songs from the Second Floor filmindekine benzer, trafikte sıkışan arabalar eşliğinde sistemin sıkışıklığına da göndermelerde bulunuyor. Yine ona benzer isimsiz bir kentte, ismi önemsiz karakterler eşliğinde modern insana ve onun artık sıkışan ve ilerleyemeyen düzenine vurgu yapıyor. Bulutların üstünde, çatışmaların olmadığı, insanın mutlu yaşadığı bir kent ütopyasını hayal ettirirken, öte yandan da sorunlarımızı başkasında aramamız gerektiğini de söylemeden geçmiyor. Filmdeki barmen karakterinin sürekli hatırlattığı gibi, kendimiz ettik kendimiz bulduk. (Bunlar sizin günahlarınız evsiz piçkuruları!) Bu ve buna benzer sözler sıklıkla tekrarlanıyor film içinde. Tabii ki boşuna değil bu çaba, bu sözlerin tekrarlanması insanoğlunun bencilliğinin, tükenmişliğinin ve umutsuzluğununda da dışavurumları. Rüyalarda yapılan ufacık kaçamaklar belki de kaçış yolları… Fakat bunlarda insanı, bulutların üstündeki, o çatışmadan ve insana ait bütün kötülüklerden arınmış mutlu hülyalarımızdan oluşan kente taşımaya yeterli olmuyor. Onun yerine Andersson izleyicilere soğuk, kapalı ve çürümeye teslim olmuş bir kent motifi sunuyor. Bu bana Wim Wenders’in Wings of Desire filmden bir sözü hatırlattı. Orada hep, hiç istediğin gibi değildir diyordu, meleklerden Damiel. Gerçekten de öyle, insanların hiç istekleri bitmiyor. İstekleri arttıkça bencillikleri de artıyor. Kimse kimsenin hayatına saygı göstermiyor. Bunu yönetmen o kadar güzel betimlemiş ki… Bir karakter 200 yıllık (hatta daha eski!) bir vazoyu kırdı diye, insanlar o kişiden şikayetçi oluyor. Ellerinde biralarıyla mahkeme salonundaki yargıçlar bu adamı elektrikli sandalyeye mahkum ederken, infaz sırasında da seyirci güruhu ellerinde popcornlarla olan biteni izliyor. Gerçekten insanoğlu bu kadar bencilleşti mi? Gerçekten adalet sistemi bu kadar laçkalaştı mı? Andersson hazırladığı birbirinden bağımsız pek çok ilginç ve absürd sekansla insanoğlunun ve modern toplumumuzun içine düştüğü trajikomik manzaraları sunarken, sorular sormayı ve düşündürmeyi de ihmal etmiyor.
Affet onları Tanrım
Affet onları
Açgözlü ve aşağılık olanları
Açgözlü ve sefil olanları
Zenginliğine zenginlik katıp çalışanlarını fakir bırakanları
Bizleri küçümseyenleri ve alçaltanları
İşkence yapanları ve katilleri
Şehirleri ve köyleri bombalayıp yok edenleri
Sahtekarları, yalancıları ve hilekarları
İnsanlardan gerçekleri saklayan devletleri
Kalpsiz, merhametsiz ve acele karar veren adalet kurumunu
Acımasızca sözlerle masumları mahkum eden mahkemeleri
İnsanları yanıltan, dikkatleri başka yerlere çeken gazeteleri ve televizyon kanallarını
Affet Tanrım
(Anna)
Daha iyi bir toplum için üzerinde anlaşılan yasalar ve toplumsal normlar bir süre sonra sıkışan toplumun daha da sıkışmasından başka bir şeye hizmet etmiyor. Bastırdığımız duygular, eğretileşmiş sosyalliğimiz ve elimizden kayıp giden hayatlarımız bu toplumsal normlarla birlikte yıkılmaz duvarlar örerken etrafımızda, Andersson’da bunların hiçbirini kaçırmıyor. Aşkını dağa taşa haykıran karakterden tutunda, ufacık bir sevgi kırıntısının peşinden giden ve sözde sosyalleşme eğiliminde olan karaktere kadar daha pek çok ayrıntı filmin içinde kendini gösteriyor. Songs from the Second Floor’un 2. katı Avrupa ise, bu filmdeki “Siz, Yaşayanlar” diye hitap edilenlerde insanoğlundan başkası değil. Kendi gibi olamayan, suskunluğunun ve kaygısızlığının sarmalı içinde hapsolmuş, sevmeyi ve yardım etmeyi bilmeden sevilmeyi isteyen, aymazca talepkarlığının arkasında utanmazca sırıtan karakterlerle kurgusal insanında maskesini düşüren Andersson, Lethe’nin trenine binip gitmekte olan uyuşmuş varlıkları uyandırmak istercesine, inadına trombolinle ve davulla müziğini dinletiyor. Müzik yoluyla da insanlarla bir bağ kurmaya çalışan You, the Living, sembolik olarak da oldukça ilgi çekici bir yapıya sahip. Yönetmenin daha giriş sekansında gösterdiği, duvardaki Salvador Dali’nin Don Kişot tablosu, pencereleri açık odaya bir türlü süzülemeyen güneş ışınları, açık alan yerine sürekli tercih edilen kapalı alanlar ve bununla da yaratılan klostrofobik ortam, griden yararlanılarak oluşturulan ve insanların bedenleri gibi soluk ve mat bir hal alan arka planın varlığı yönetmenin hikayesiyle bütünleştirdiği biçimsel özelliklerinden sadece birkaçı. Ana temayı destekleyen bütün bu özellikler ve yönetmen Andersson’un her zaman ki absürd, ama eleştirel bakış açısı You, the Living ile Songs from the Second Floor’u bağlantılandırıyor. Songs from the Second Floor ‘u izlemeden You, the Living’i izlemek ortadaki resmi anlamlandırmaya çalışırken bir takım eksikliklere ve boşluklara neden olabilir. Çünkü ortada klasik anlatıyla bağdaştırılamayacak, hikayesiz ve absürd bir film var. Bunu anlamlandırmak da önce yönetmenin tarzını ve filmlerini bilmeyi gerekli kılıyor. O yüzden Songs from the Second Floor’u sevenlerin You, the Living’den de memnun ayrılacağını söyleyebilirim. İlk kez bu filmle Roy Andersson’la tanışanlar ise hayal kırıklığına uğrayabilir. Zira Andersson’un dünyası bir tür imgeler dünyası.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com