Nuri Bilge Ceylan, Uzak’tan sonra İklimler ile kamerasını, bir kez daha hem kendine hem de çevresine yabancılaşmış bireylere uzatıyor. Bu sefer filmin baş karakterleri olan akademisyen İsa ile dizilerde görev yapan Bahar’ın aralarındaki ilişkiden yola çıkarak, kadın-erkek arasındaki iletişimsizliği ve bir türlü karşılık bulamayan beklentileri de sorguluyor. Hikayesini anlatmaya yaz mevsiminde Kaş’ta başlıyor, kış mevsiminde kara teslim olmuş Ağrı’da sonlandırıyor. İklimler değişirken, karakterlerin iklimlerin değişimini beklemeyen ve her dakika değişime uğrayan duygularını ve beklentilerini de betimlemeye çalışıyor.
İklimler yeni bir Uzak değil. Uzak olma gayretinde de değil zaten. Yönetmen Nuri Bilge Ceylan diğer filmlerinin de bir adım ötesine geçerek, bu sefer sinema tekniklerini daha etkin kullanıyor. Fotoğrafçılıktan gelen Ceylan’ın bütün kareleri başlı başına bir hikaye anlattığı gibi, yabancı müzisyenlere teslim ettiği müzikleri de filmin etkileyiciliğini daha da arttırıyor. Özellikle Ağrı’da yağan kar altındaki İsa’nın Bahar’ı ne kadar çok sevdiğini anladığı sahnede, arka planda bir müzik kutusunda çalan Beethoven’in Für Elise parçası ve yağan karın görüntüsü, görüntü ve müziğin eşsiz uyumunu ekranlara taşıyor. İklimlerle bir kez daha Nuri Bilge Ceylan’ın kasvetli kış mevsimini, sürekli yağan karı ve yalnız insan manzaralarını büyük ustalıkla kadrajına aldığına tanık oluyoruz. Onun fotoğrafa olan tutkusu ve becerisi, hem hikayesini hem de oyunculuğunu gölgede bırakıyor. Bu olumsuz bir özellik değil elbette. Ama kimi zaman sinema perdesindeki karelerin etkileyiciliğinden, filmden koparak başka dünyalara doğru yol almak zorunda kalıyoruz. Ceylan kamerasıyla bizi de iklimler arasında bir yolculuğa çıkarıyor. Kaş’ın güneşinden kumundan, İstanbul’un yağmuruna, Ağrı’nın lapa lapa yağan karına kadar bütün mevsimleri bizlere de yaşatıyor.
İklimler ve Uzak bağlantısına değinmişken gözlemlediğim birkaç farklılığı da belirtmek isterim. İklimler’de Uzak’ta olduğu gibi geniş bir kent ve toplum tasviri yok, Kasaba’daki gibi bir birey-doğa ilişkisi de yok. Bunlar yerini, bireye ve bireyin ilişki kurduğu karşı tarafla arasındaki iletişimsizliğe bırakıyor. Bu anlamda, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak ile toplumsal ve köy-kent bağlamında ele aldığı yabancılaşma ve iletişimsizliği, tekrar Uzak öncesi dönemdeki filmleri gibi birey merkezine çektiğini görmek mümkün. Uzak’ta köyden kente gelen Yusuf’un çıkışsızlığı ve yalnızlığı, aynı zamanda saflığı ve geleceğe dönük umutları, kentte yaşayan fotoğrafçı Mahmut’un yabancılaşmasını bize daha iyi gösteriyorken, İklimler’de tarafların böyle bir karşıtlık içine girmediğini görüyoruz. İstanbul’un boş ve sessiz mekanlarında, bembeyaz bir kar örtüsünün üzerinde dolaşan iki karakter, bu sefer yerlerini mevsimler arasında kendilerini bulmaya çalışan iki yalnız ve birbirine yabancı insana bırakıyor. Bütün bu özellikler çerçevesinde kısa bir değerlendirme yaparak İklimlerin, düşünsel ve toplumsal yönlerinin ve karakterlere bakış açımızı şekillendirecek arka alanın daha zayıf kaldığını belirtmek gerekir. Yönetmen İklimlerdeki bu zayıflığı, güçlü görsel yapısı ve öznel değerlendirmeye olanak tanıyan sinema anlayışıyla kapatmaya çalışıyor. Bu da, konuya uzak olan izleyiciler için değerlendirmesi ve içine girmesi zor bir film olduğu gerçeğini su yüzüne çıkarıyor. Evet İklimler, Uzak öncesi Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi daha öznel ve tamamlanmayı isteyen boşluklarla dolu bir film. Uzak gibi ismi uzak ama kendisi yakın bir film değil.
Birazda filmin özeline inerek, İsa ve Bahar arasındaki boşluğa ve seyirciyi müdahil edebilecek konulara değinelim. Kadın-erkek arasındaki ilişkilerde en büyük sorun, iki tarafında birbirini anlayamamasından kaynaklanır. İki tarafında birbirinden beklentileri vardır. Bu beklentiler karşılıksız çıktığı zaman sorunlar içe atılır. Uzun süre taraflar bu sorunları ve boşa çıkan beklentileri, hayal kırıklıklarını ve umutsuzluklarını karşı tarafa söyleyemez. Bu süreç birike birike öyle bir hal alır ki, havanın ne kadar soğuk olduğuna dair en sıradan ve basit bir diyalogda bile, iki tarafı birbirine patlayacak duruma getirir. Mecbur kalmadıkça birbiriyle konuşmayan, mecbur kaldıklarında ise kısa cevaplarla mecburiyetlerini giderdikleri, iletişimsizlik üzerine kurulu bir ilişkidir, İsa ve Bahar’ın ilişkisi de. Aralarındaki bu iletişimsizliği fark etmelerine rağmen, bunu çözme cesaretini gösteremeyen İsa ve Bahar, bir süre sonra birbirlerine tahammül edemez duruma gelir. Bu da İklimleri; sessiz gözyaşları, sevmeler, kayboluşlar, içe atılan ve unutulmaya çalışılan gerçekler ve geciken itiraflar üzerine kurulu bir film yapar. Evet, İklimler geç kalmış sevgilerin ve itirafların filmidir. Ve hayatın acı gerçeklerinin insanı sindirdiğini ve suskunlaştırdığını gösteren bir filmdir.
“Gerçek acıdır, acıtır.” derler. Günlük hayatın akışı içinde bu söz çoğu zaman sürüncemede kalır. Bu söz kafamızda bir yerlerde kendine yuva edinmiştir, ama onu hep görmezden geliriz. Çünkü sürekli yapılacak işler, gidilecek yerler, konuşulacak meseleler vardır. Oysa bir an durduğumuzda, bir an kendi kendimizle yüzleştiğimizde… İşte o an, içimizdeki boşluğu fark ederiz. Gerçekte, o vakit beynimize düşer, aniden. Bir bıçak gibi keskin, ok gibi gergin, buz gibi soğuktur… O an düşünmeye dalarız ve itiraf edemediğimiz gerçeklerin farkına varırız. Bir sonbahar rüzgarının miladı dolan ağaç yapraklarını bir yerden başka bir yere sürüklemesi gibi, hayatta bizi sürüklemeye başlar. İşte bu noktada kadraja Nuri Bilge Ceylan girer… Bu sefer bizzati kameranın önünde olmayı seçer. Kamerasını kendi varlığı aracılığıyla insana, insana dair olana, insanın kendisine bile itiraf edemediği gerçeklere yöneltir. Ağrı’da kar yağışı altında bir uçak geçerken, aynı zamanda gerçek yaşamda da aynı hayatı paylaştığı eşi Ebru Ceylan’da son kez görünür, pelikülde. Hava soğuktur, mevsimlerden kıştır. Soğuğu içine çeker, havanın buzu içini de donduruverir. Durur, düşünür… Nerede yanlış yaptım acaba? Neden ilişkimiz yürümedi? Ceylan perdede kasvetli ve melankolik görüntüsüyle düşünürken, kamera aslında bize her şeyi anlatmıştır, çoktan… Bahar ile İsa’nın bir zamanlar aşk ile başlayıp, sonra sıradanlaşan ve nihayetinde mutlak sonla bitirdikleri ilişkilerini, Nuri Bilge Ceylan görüntüleriyle anlatır, İklim’lerin dört mevsiminde. Görüntülerle tıpkı Uzak’taki gibi modern insanı tuvaline resmeder. Bu sefer görüntülere daha da yoğunlaşır, diyalogları daha da azaltır. Ortaya çıkan resme baktığımızdaysa, tıpkı evveli Antonioni gibi ve çağdaşı Ki-duk Kim gibi azla çoğu anlatan, kendi gözlemlerinden yola çıkarak, evrensel bir sorunu resmeden bir sanatçının sessiz çığlıklarını görürüz. İşte o zaman Bahar’ın yaz mevsiminin ortasında, zamansız ve birdenbire başlayan, sessizce akan gözyaşlarının anlamını kavrarız. Bunların hepsi, aslında içe atılan ve bir türlü paylaşılamayan gerçeklerin sancılarıdır. Ayrılığın kaçınılmaz oluşunun ve buna karşı koyamamanın getirdiği çaresizlik halleridir. Sanatçının konu edindiği, en ufak detayına kadar çizdiği insanlık resmi ise, bize ve bizim çağımıza aittir. Evet, bazı gerçekler vardır; yüzleşmesi acı verir ve çoğu zamanda insanın içini acıtıverir. Nuri Bilge Ceylan’da cesaretle bu gerçeği hatırlatır izleyicisine. İzleyici yine gerçeklerle yüzleşmekten kaçabilir, bu onun tercihidir elbette. Ama bu gerçeklerle yüzleşme cesaretini bulduğunda, onların karşısında kendini kaybetmeden durabilecek midir? Soru ortadadır, cevapsa bize kalmıştır. Nuri Bilge Ceylan tıpkı Uzak’taki gibi Mayıs Sıkıntısı’ndaki gibi ortaya düşünülesi bir mesele koyar; yüzyıllardır süregelen kadın-erkek arasındaki iletişimsizliği, modern hayatın getirdiği yabancılaşmış bireyi zihnimizin orta yerine bırakır ve sahneden usulca çekilir. Mevsimler arka arkaya değişirken, sonbaharın melankolisi yerini kışın ağırlığına bırakmışken, biz de kendi mevsimlerimizi yaşamaya başlarız… İklimler, insanın duygularını sıralar, a’dan başlayarak z’ye kadar… O duygulara anlamlar yüklemek ise, yine bize kalmıştır.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com