Ömer Vargı ilk olarak Eşkıya’nın prodüktörü olarak tanındı. Yavuz Turgul’un yazıp yönettiği ve Türk Sineması’nın en nitelikli yapımlarından olan Eşkıya’ya verdiği destekten sonra, Cem Yılmaz’la birlikte yazdığı Her Şey Çok Güzel Olacak’ın yönetmenlik koltuğuna oturdu. Bu filmden sonra, Tolgay Ziyal’le birlikte çektiği Coenvari filmi İnşaat’la Türkiye’nin gündemini işgal etmeye başladı. 90’ların ortalarından beri aktif olarak Türk Sineması’nın içerisinde olan Vargı, az ama öz diye nitelendirebileceğimiz işlere imza atarak pek çokları gibi bir misyoner değil, prensipleri olan vizyon sahibi bir sinemacı olduğunu kanıtladı. Prodüktör, senarist ve yönetmen olarak geniş bir skala da sinemayla ilişkisini derinleştiren Vargı, bu kez de Yavuz Turgul’un senaryosundan beyazperdeye uyarladığı Kabadayı’yla karşımıza çıkıyor. Kabadayı, hikayesi anlatımından güçlü olan filmlerden. Turgul’un senaryosu, daha önce Muhsin Bey, Gölge Oyunu, Eşkıya, İkinci Bahar ve Gönül Yarası gibi yapımlardan da alışık olduğumuz üzere çok güçlü.
Aslında Turgul’un hikayeleri gücünü hep karakterlerinden alıyor. Çok güçlü karakterler yazan Turgul, hiçbir zaman bu karakterleri doğrudan bir şekilde izleyicilere sunmuyor. İlk başlarda kapalı görünen ve filmi izledikçe karakterlerle ilgili ipuçlarına ulaştığımız ve bir bulmacanın parçaları gibi karakterleri tamamladığımız bir yapısı var. Turgul’un dağınık ve yüzeysel bilgilerle filmin giriş kısmında bize sunduğu karakterler yavaş yavaş derinlik kazanıyor. Tam karakterleri çözdüğümüz anda da Turgul bu karakterleri bizden alıyor. Filmin sonlarına doğru bir bulmaca gibi çeşitli parçalarını birleştirdiğimiz ve son kertede tamamıyla anlayabildiğimiz, bir empati kurduğumuz, bütünleşebildiğimiz karakterler filmin finalinde yitip giderken, biz de bir boşluğun içinde bırakılıyoruz. Bulmacayı çözdüğümüz anda bulmaca yeniden paramparça oluyor. Genelde Türk Sineması’nın en büyük zaaflarından biri olan derinlikli ve bütünsel karakter yaratılamaması ve yaratılan karakterlerin olay örgüsüyle bir türlü tamamıyla örtüşememesi sorunu da Turgul’un senaryolarında çözüm buluyor. Turgul yaratmış olduğu güçlü ve çok yönlü karakterlerinin dışında, bunları olay örgüsüyle birlikte verme konusunda da çok başarılı. Az önce değindiğim karakterlerin bir çırpıda çözülemeyecek kadar kapalı oluşları ve filmi izledikçe anlam bulan içsel dünyaları, olay örgüsünün de filmde işlev kazanmasına yol açıyor. Birbiriyle bağlantılı olan her olay aslında bir karaktere de etki ediyor, bir karakter hakkında bir ipucu barındırıyor. Karakterlerle olaylar hiçbir zaman birbirinden ayrı değil. Turgul’un dünyası tam anlamıyla bütünlüğün yakalandığı bir dünya. Eşkıya’nın finalindeki o enfes tirat, aslında Turgul’un kendi dünyasını da bizlere muazzam biçimde açıklar cinsten. Turgul bunların yanı sıra, hikayelerine özlemini duyduğu temaları da eklemeyi ihmal etmiyor. Özlemini çektiği arkadaşlık, mertlik, yiğitlik, komşuluk ve geçmişin İstanbul’una ait bugün yitirdiğimiz pek çok özelliği de fon olarak hikayelerinde kullanıyor.
Bütün bu özellikleri Yavuz Turgul’un son senaryosu Kabadayı’da da görmek mümkün. Zamanının en sert ve en korkulan kabadayılarından olan Ali Osman’ın yıllar sonra bir oğlu olduğunu öğrenmesi ve oğlunun başının belaya girmesi sonucunda onu kurtarmak için eski günlerine dönüşü, Turgul’un bütün alamet-i farikalarından da nasibini alıyor. Ana karakter olan ve Şener Şen’in Eşkıya’dakine benzer bir performansla hayat verdiği Ali Osman, ilk başlarda yine kapalı bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Onunla ilgili söylenenlerden, arkadaşlarının ona saygılarından ve çevresindekilerin ona göstermiş oldukları sevgiden dolayı önemli bir karakter olduğu belli edilen Ali Osman, film ilerledikçe bunun nedenlerini izleyicilere gösteriyor. Bunun yanı sıra, filmin arka planında da bugün unutulmaya yüz tutmuş pek çok değeri yaşatmaya çalışan bir grup insanın yaşantısından kareler ekrana yansıtılıyor. Ali Osman’ın hapishane arkadaşı olan ve alemin eski kabadayılarından oluşan bir grup insanın yaşantısıyla da Turgul; arkadaşlığa, mertliğe, dürüstlüğe ve İstanbul’un unutulan pek çok değerine bir saygı duruşunda bulunuyor. Çürümeye, yozlaşmaya ve güvensizliğe karşı, geçmişin değerlerine sıkı sıkıya bağlı olan bu grubun varlığı da kuşkusuz eskiyle yeninin karşılaştırılmasına ve yönetmenin eskiye olan özlemine de vurguda bulunuyor. Fakirlerin doyurulduğu, kimsenin bir başkasının hakkında gözü olmadığı, kendisine sığınan birine kapısını sonuna kadar açan insanların var olduğu, komşuluk ilişkilerinin ayakta tutulduğu, arkadaşlığın her şeyden önce geldiği o güzel İstanbul günlerinin bir izdüşümü yakalanırken, öte yandan da çürümenin, yozlaşmanın ve pisliğin egemen olduğu, mafyanın bile globalleştiği, polisin dahi bu çürümeye ayak uydurduğu kirli bir dünya resmediliyor. Birbirine karşıt iki dünya arasında başlayan çatışma taraflar arasında çatlaklara yol açarken, işin insani boyutu da başka sorunları gündeme getiriyor. Ali Osman ve sonradan öğrendiği oğlu Murat arasındaki gergin baba-oğul ilişkisi, Murat, Karaca ve Devran arasındaki aşk üçgeni ve nihayetinde Ali Osman ve onun hapis arkadaşları arasındaki yıllara meydan okuyan arkadaşlık ilişkileri filme yeni gerilim boyutları eklerken, baba-oğul ilişkisi, aşk, sevgi, arkadaşlık ve zamanın bütün bunlara etkisi üzerine de derin sorular kendini gösteriyor. Hikayenin insani yönü her dakika artan çatışmalara karşın daha da baskınlaşırken, tek tek bile ayrı filmlere konu olacak denli güçlü hikayeler de olay örgüsü etrafında derlenerek bir bütüne hizmet ediyor.
Eşkıyalar gibi kabadayıların da destanlaştığı dönemlerin bittiğinin bilincinde olan Turgul, bu dönemlere özlemini hikayeleriyle sürekli açık ederken, yarattığı ve bize başka bir dünyadan gelmiş hissi veren, kendi içimizden çıkmasına rağmen bugün neredeyse mitik bir özellik kazanan kahramanlarıyla da unutulmuş güzel günlere ve o günlerin değerlerine saygı duruşunda bulunuyor. Yönetmen Ömer Vargı, bu dört dörtlük hikayenin gücünün bilincinde olacak ki, filmde yönetmenlik yanını neredeyse hiç kullanmamış. Bu güzel hikayeyi birkaç yönetmenlik numarasıyla zedelememiş. Hikayeye en uygun fonu yaratmış ve buna uygun mizansenlerle hikayesini anlatmayı tercih etmiş. Onun bu filmdeki rolü bir aracıdan ötesi değil. Aracılık rolünü ise çok iyi oynadığını belirtmekte fayda var. Filmdeki bir başka aracıya da özellikle değini de bulunmak gerekiyor. Zira karizması, yeri geldiğinde ani patlayışlarıyla yeri geldiğinde de insancıl duruşuyla Ali Osman’ı benden iyi kimse oynayamazdı dercesine ekranda duran Şener Şen’de bu anti-kahraman rolünü mükemmel oynuyor. Değişen dünyada hala eski değerlerini ayakta tutmaya çalışan, yıpranan insani ilişkilere inat, değerlerine ölesiye sahip çıkan, yozlaşan bir kültürün son miraslarından olan Ali Osman karakterini başarıyla canlandıran Şener Şen, Türk Sineması’nın da şu an en iyi oyuncusu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Kirlenen bir dünyada ak olarak kalmaya çalışan insanların hikayelerini anlatan Turgul, yine, yeniden bizi en savunmasız yerimizden yakalıyor. Etrafımıza ördüğümüz kalın ve soğuk duvarlara rağmen, çatlakların içinden içerilere sızıyor ve insancıl yanıyla tekrar içimizi sızlatıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com