Semih Kaplanoğlu ilk filmi Herkes Kendi Evinde ile yurtiçinde Ankara ve İstanbul Film Festivali’nde, yurtdışında da Singapur Film Festivali’nde ödüller almış. İlk filmini izlemediğim için nasıl bir konusu var, ve ele aldığı temaları nasıl anlatmış bilemiyorum. Fakat ikinci filmi Meleğin Düşüşü, minimalist sinemanın Türkiye’deki en iyi örneklerinden biri. Sessiz ve sade anlatımı, mekanların, seslerin, ışığın ve görüntünün bu yapıya uygun bir şekilde sade ama etkileyici kullanılması, filmin ülke dışında da ilgi görmesine neden olmuş. Başta Berlin olmak üzere çeşitli festivallerde gösterilerek, ödül almasa bile ilgiyle karşılanmış. Filmde, bir ana ve bir de yan karakterin yaşadıkları değişim süreci anlatılıyor. İlk bakışta filmin anlatımı gibi konusu da kapalı ve dar bir çerçeve içindeymiş gibi gözüküyor. Fakat film ilerledikçe, yönetmenin filmini hem simgesel öğeler ekleyerek zenginleştirdiğini hem de özellikle Zeynep karakteri üzerinden evrensel bir insanlık hali yakaladığını görüyoruz.
Filmin baş karakteri Zeynep, bir otelde temizlik görevlisi olarak çalışıyor ve babasıyla birlikte yaşıyor. İşten geldikten sonra ev işleriyle uğraştığından dolayı, ne kendisine ne de kendisini seven çocuğa vakit ayırabiliyor. Hayattan kopmuş bir vaziyette yaşamaya çalışan Zeynep, gazetelerin kuponla verdiği beyaz eşyaları biriktiriyor. Her ne kadar umarsız ve çaresiz bir yaşamı olsa da, ileride bir evi olacağının hayalini kuruyor. Bu noktada onun evine topladığı beyaz eşyalarda, onun yaşama dair umudunu ve inancını simgeleyen nesneler olarak evdeki yerlerini alıyor. Filmin yan karakteri Selçuk ise, filmde çok kopuk bir rolde. Aslında bu bölüm, evliliğinde sorunlar yaşayan Selçuk’tan çok, Selçuk’un ölen karısının giysilerini Zeynep’e vermesi ve Zeynep’in hayatının değişime uğraması bakımından önem kazanıyor. Ölen kadının giysilerini giyen Zeynep, birden daha canlı bir kadına dönüşerek, hayata daha sıkı sarılmaya başlıyor. Sürekli kendini geride tutan, mutsuz Zeynep gidiyor, kendine güveni olan ve hayatında istediklerini yapmaya çalışan Zeynep geliyor. Bu iki bölüm arasındaki geçiş, kuşkusuz ölümün yaşamı kutsamasına benzer, biraz ritüelistik biraz da kaderci bir geçiş. Birinin ölümü, diğerini canlandırmış oluyor.
Genelde doğal ışıkların kullanıldığı, karanlık ve melankolik bir atmosferin egemen olduğu Meleğin Düşüşü, tıpkı Bresson gibi insanoğlunun anlatılması ve ekrana aktarılması zor duygularını resmetme gayretinde. Zeynep’in her gece kapı gıcırtıları eşliğinde bitmez tükenmez korku dolu bekleyişleri, ileriye dönük kırılgan umutları, her şeyi içine atmanın getirdiği sessizlik ve yalnızlık halleri, olağanca gerçekliğiyle perdede yerini buluyor. İç mekanlardaki silüet şeklinde beliren insan manzaralarıyla ve hayatın ritmini bozmamaya özen gösteren sakin ama duyarlı kamerasıyla, Semih Kaplanoğlu oldukça başarılı bir filme imza atmayı başarıyor. Karakterinin yaşadığı ruhsal dönüşümü, minimalist sinemanın olanaklarını en iyi şekilde kullanarak ekrana yansıtan Kaplanoğlu, karakterini derinlemesine incelerken, İstanbul manzaralarını, dini, kaderi ve sıradan insanların yaşantılarını da es geçmiyor. Bütün bunları da filmine katarak, hem bireysel anlamda hem de genel anlamda, yetkin ve engin bir film kotarmayı başarıyor. Simgesel anlatımıyla filmine zenginlik katarken, tıpkı Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi izleyicisini de düşünmeye yöneltecek boşluklar bırakmayı ihmal etmiyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com