Sovyet sinemasının dünya sinema tarihi içersindeki önemi tartışmasız çok büyüktür. Sinemanın emekleme döneminde özellikle Eisenstein’ın öncülük ettiği film grameri ve kurgu tekniğinde çığır açan Pudovkin, Kuleshov gibi yönetmenleri yetiştiren bir ülke Sovyet Rusya. Sovyet sineması kısa bir dönem gerileme dönemi yaşasa da 1960-70’li yıllarda çektiği filmlerle sinemanın ruhanî yanıya ilgilenen, filmlerinin içerdiği felsefi anlam dünyasıyla modası hiçbir zaman eskimeyecek, birçok yönetmene ilham kaynağı teşkil edecek kaba tabirle Tarkovskiyen bir akımın öncüsü olacak olan Andrei Tarkovsky ile devam etmiştir bu süreç.
Değişik ülkelerdeki benzerleri bir yana Rus sinemasında bugün Tarkovsky’nin mirasını devam ettiren iki önemli isim var. Birisi ‘Ana Oğul’ gibi eşsiz bir filme imza atan Aleksandr Sokurov diğeri ise henüz iki film çekmesine karşın bu mirasa ortak etmekten tereddüt edilmeyecek kadar yetenekli olan Andrei Zvyagintsev.
2003 yılında çekmiş olduğu ‘Dönüş’ filmiyle bir anlamda Rus sinemasının da dönüşünün habercisi olan Zvyagintsev, ilk filmini çekmiş olmasına rağmen yoğun alt metni ve sinematografisiyle değme yönetmenlere taş çıkartacak bir olgunluk göstererek yılın en iyi filmlerinden birine imza atmıştı. İlk filmiyle göstermiş olduğu başarının tesadüfî olmadığını ikinci ve şimdilik son filmi ‘Sürgün’ ile kanıtlamış diyebiliriz.
Pulitzer ödüllü Ermeni yazar William Saroyan’ın “The Laughing Matter” adlı kitabından uyarlanan film, yönetmenin bir önceki filmi ‘Dönüş’ ile yine benzer temalar üzerinden ilerliyor. Şehir yaşamından ayrılıp iki çocuğu ve karısıyla 12 yıldır gitmediği köyüne dönen Aleks’in sessiz, sakin yaşamı karısının bir itirafıyla sarsılıyor. 150 dakikalık süresinin yaklaşık 2 saati boyunca neredeyse hiçbir şey anlatmıyormuş gibi gözüken ve yapılan itirafın etkisini tek bir sahne dâhi olmadan tamamen oyuncu performanslarıyla geçirmeye çalışan yönetmen filmin son yarım saatinde tüm dramatik yapıyı tersyüz ediyor.
Esasında filmin tüm derdinin Aleks’in karısı ve çocuklarından esirgediği sevgi eksikliğinden kaynaklandığını görüyoruz. Yönetmen ‘Dönüş’ filminde baba-oğul ilişkisi üzerinden dini referanslarla zenginleştirdiği öykünün benzerini bu kez “sevgi” teması etrafında çetrefilleştiriyor. Bu temayı kimi zaman çocukların oyun oynadıkları puzzle’da ki resmin benzer şekilde ‘Dönüş’ filmindeki çocukların babayı ilk kez gördükleri anın Mantegna’nin “The Lamentation over the Dead Christ” tablosunu andırması gibi dolaylı, kimi zamanda çocukların misafir olarak kaldıkları evde arkadaşlarının annesinin çocuklarına okuttuğu kitapta geçen “İnsanların ve meleklerin dilleriyle konuşsam…ama sevgim olmasa…ses çıkaran bakırdan ya da çınlayan zilden farkım kalmaz” sözleriyle başlayan bir pasajla açıkça dile getiriyor. Yönetmen “sevgi” gibi sinemada en çok işlenilen ve en temel meselelerden birini alıp bu tip göndermelerle filmin yoğun sinemasal atmosferi ile birlikte daha bir özgün hale getiriyor.
Film sadece dini referanslar ve mitlerle değil daha önceki filmi ‘Dönüş’ ile kimilerince komünizm öncesi ve sonrasını temsil eden baba-oğul çatışmasını da bir üst noktaya taşıyıp Rusya tarihi ile ilgili önemli sosyolojik ipuçları sunarak yönetmenin kendi anlam dünyasını da gözler önüne seriyor. Üstelik bunu yapma biçimi de olabildiğince kapalı ve gizemli. Örneğin ilk filmindeki babanın toprağa gömdüğü kutu film boyunca açıklığa kavuşmadığı gibi bu filmde de Vera’nın kocasına yazdığı mektupta ne yazdığına bir türlü vakıf olamıyoruz. Tıpkı filmin başında Aleks’in kardeşi Mark’ın uzunca bir yolculuktan sonra eve neden yaralı bir şekilde döndüğünü ve nereden geldiğini bilmediğimiz gibi. Ya da belli ki Aleks’in kendi ebeveynleri ile bir çatışma içersinde olduğunu hissettiren uzun ve anlamlı bir şekilde eski fotoğraflara attığı bakışlar gibi.
Film Tarkovsky sinemasına olan yakınlığını sadece uzun planlarla, kaydırmalarla, gri ve mat bir sinematografiyle, geniş çerçeveli ölçeklerin kullanıldığı çekim teknikleriyle ve Estonyalı ünlü besteci Arvo Pärt’ın mistik müzikleriyle belli etmiyor. Ayrıca filmin taşradaki durağan hayatın altını çizen, doğa seslerinin eşlik ettiği mizansen anlayışı ve filmin adının ‘Kurban’ ve ‘Ayna’yı çağrıştırmasıyla daha da ileri gidiyor. Fakat Zvyagintsev için bu bir handikaptan çok sinemanın her daim ihtiyaç duyduğu bu farklı alanı auteurliğe giden bir yol olarak baştan seçmiş olmanın verdiği bir avantaja dönüşüyor.
Çetin Baskın