Genç bir ressam, altı yıl önce tanıştığı ve belli ki çok etkilendiği Sylvia adındaki bir kadını bulmak üzere tekrar Strasbourg’a geliyor. Kafelere gidiyor, duraklarda bekliyor, sokaklarda geziyor, insanları dinliyor, gözlüyor, güzel kadınları defterine kara kalem çiziyor. Sonunda Sylvia’yı buluyor. Daha doğrusu bulduğunu sanıyor. Çünkü güç bela kızla konuşmayı başardığında onun Sylvia olmadığını öğreniyor. O kadar emin görünüyor ki onun Sylvia olduğuna, gerçeği, ya da bize söylenen gerçeği öğrendiğinde yıkılıyor. Aramaya devam ediyor veya etmiyor. Şimdi bu özetten filmi ciddiye almama, filmin konusunu ilginç veya tanıdık bulma, filmde yaşananları tam olarak algılayamamış olma gibi tespitler yapılabilir. Bunların hepsinin doğruluk payı var. Çünkü o kadar zor bir film ki, film demeye bile dilim varmıyor. Bir kesit. Tabi tahmin edilebileceği gibi minimalist bir kesit. Uzun planlar, ressamın bitmek bilmeyen çevre gözlemleri, Sylvia sandığı kadını Strasbourg sokaklarında takip ettiği upuzun bölümler, ayak sesleri, çok az sayıda ve basit diyaloglar, anlamlandırmaya çalıştığımız bakışlar… Hani film sürerken bir yerinde bırakıp 10-15 dakika sonra tekrar oturup izleseniz hiçbirşey kaçırmazsınız. Fakat yönetmenin (ya da kameraya çeken şahısın diyelim) amacı burada kendimizi bu genç adamın yerine koyup, kendi kaybettiklerimiz ve bulmak için geri döndüklerimiz, ya da onun yaptığı gibi etrafı gözlemlememiz sonucu elde edeceğimiz bir empati ise, baştan sona bir dikkatle izlenir ise bunu sağlayabilecek etkiye sahip olduğunu söyleyebilirim. Muhtemelen mesaj bu yöndedir. Belki de burada Sylvia, yitirdiklerimizin, aradıklarımızın, bulduğumuzu sandıklarımızın ya da hayatımızda aramamız gerekenlerin bir sembolüdür, bilemeyiz. Buradaki tek mesele, filmin baştan sona dikkatle izlenmesi olacaktır ki, o empatiyi yakalamak uğruna belki de eziyete dönüşecek bir tecrübe bu film.
Yine de filmde basit de olsa adamakıllı diyaloğun yaşandığı tek bölüm olan şehiriçi otobüste geçen konuşma ve sonrası, belli bir hayalkırıklığı hüznünü aktarmayı başarıyor sanki. Çünkü o kadar ömür törpüsü sahneden sonra tam bir şeyler oturmaya başladı derken, tekrar başlanılan noktaya dönülme hissi, belki de filmin bize ısrarla dayattığı minimal yaklaşımını ya da amiyane tabirle posteki saydırmasını amaçlanan zemine oturtuyor gibi. Tabi bu etki herkeste aynı olacak diye bir durum, hele hele de böyle bir film için kesinlikle sözkonusu değil. Tavsiye ettiğim şeklinde bir yanlış anlamaya da kurban gitmek istemem. Sadece bana ilettiği biraz turistik Avrupa hüznüne bulanmış o “arayış” ruhu hatırına filmi tümden harcamak istememenden kaynaklı bir duygusallık.
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com
————————————————————
Karakalem çalışmaları yapan genç bir adamın, altı yıl önce bir kafede karşılaştığı Sylvia‘yı arayışını anlatan En la ciudad de Sylvia (Sylvia’nın Şehri); aslında bir adamın hayatının bir bölümden bir kesit sunuyor bizlere. Bazı filmler vardır; bir hikaye anlatmakla ilgilenmezler. Belgeselci bir üslupları da yoktur, bir toplumsal gerçeğe tanıklık etme dertleri de… Onlar sadece belli bir ruh hali taşıyan, hayatın sıradanlığı içinde gözden kaçırdığımız şiirsel kompozisyonları ekrana taşırlar. Sylvia’nın Şehri‘de bu tanıma örnek verilebilecek cinsten, başı ve sonu olmayan, hikayesiz bir şiir… Bir adamın geçmişinde iz bırakmış bir kadının hayaletinden, Strasburg kentinin gündelik yaşantısından, güzel kadınların estetik görüntülerinden, zaman zaman müziğin ritminden, yalnızlığın hüznünden, sevgililerin enerjisinden beslenen serbest bir şiir… Bir kadının rüzgarda saçlarının dalgalanışını, saçlarını toplayan bir kadının topuzunu, iki sevgilinin kentin yaşantısını hiçe sayarcasına bir banka oturarak dakikalarca öpüşmesini uzun planlarla ekrana yansıtan ve sinema ile seyirci arasındaki perdeyi olabildiğince kaldıran; yaşanılan ve ortak olunan bir deneyim.
Filmi izlerken bir yandan da François Truffaut‘un bütün kariyeri boyunca filmlerinde cevaplandırmaya çalıştığı bir soru aklıma geldi: Kadınlar büyülü müdür? Kuşkusuz, İspanyol yönetmen Jose Luis Guerin için de, bu sorunun cevabı; tıpkı François Truffaut, Roger Vadim, Louis Malle, Federico Fellini ve daha niceleri gibi “evet”. Kadınların güzelliği, çekiciliği, şiirselliği; Guerin‘in uzun planları içinde de ağırlığı oluşturan unsurlar. Öyle ya, kadınlar büyülü olmasa, bir kadının rüzgarda saçlarının uçuşması iki dakikalık bir çekimle nasıl yansıtılabilir ki? Sylvia’nın Şehri; bir şairin gözünden, bir ressamın tuvalinden, bir şarkıcının şarkısından yansıyan bir güzellikler şehri… Güzellik ise; kimi zaman bir kadının narin boynunda saklı, kimi zaman bir kadının gülüşünde, kimi zaman da umut dolu bir çift gözde… Bir gencin arayışıyla başlayan, bir ressamın duyarlılığıyla bu arayışı resmeden ve hayata ve kadınlara aşık bir şairin dizeleriyle süslenen Sylvia’nın Şehri; güzelliğe ve hayata dair lirik bir balad tadında. Tabii ki sadece bu balada kulaklarını açanlara…
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com