Önemli bir şahsiyetin hayatını bir sinema filmine dönüştürmek her zaman riskli bir iştir. Uzun ve sarsıntılı bir hayat hikayesini, neden-sonuç ilişkisi içinde ve yaşadığı dönemin önemli gelişmeleri çerçevesinde ekrana yansıtmak kolay değildir. Sinema perdesi her zaman tek taraflıdır. Bir ressamın tuvali gibi yorumlamaya çok imkan tanımaz. Karelerden oluşmasına rağmen, bir resmin taşıdığı yorumlamaya açık mozaiği ve saflığı içinde barındırmaz. Duyguları aktarma aşamasında çok eksiktir. Bir ressamın tek bir renkle tuvaline kattığı onlarca duygudan yoksundur. Bu nedenle, önemli bir şahsiyetin yaşadıklarını ekrana yansıtmak ve onun yarattığı eserlerin doğum sancılarını izleyenlere yaşatmak son derece güç bir eylemdir. Hele ki bu şahsiyet Van Gogh gibi çelişkilerle dolu bir hayatı olan ve delilikle dahilik arasında gidip gelen bir şahsiyetse…
İnsanlık tarihine önemli etkilerde bulunmuş pek çok sanatçının hayat hikayesi pek çok çelişki ve acıyla doludur. Vincent Van Gogh’ta bunlardan biridir. Din görevlisi olan tutucu bir babanın oğlu olarak dünyaya gelir. Küçük Van Gogh, bu muhafazakar ortamda büyümemesi ve yaratıcılığı kısıtlanmaması için amcasının yardımıyla İngiltere’ye götürülür. Ama Van Gogh, burada babasının izinden gider ve din görevlisi olmaya karar verir. Fakir insanlara yardım eder, sanatı onların anlayabileceği düzeye indirgemeye çalışır. Hayatın basit güzelliklerini resmeder ve insanların hayatın basitliğini fark etmelerini ve doğada bulunan güzellikleri keşfetmelerini ister. Van Gogh’un en çok Empresyonist ressamlardan etkilenmesinin nedeni de budur. Van Gogh herhangi bir sanat okuluna gitmediği ya da resme çocuk yaşta başlamadığı için Monet gibi empresyonist ressamların resimleri onun için bir sanat okulu gibidir. İlk başlarda onların eserlerini kendi stiline uyarlar. Fakat hiçbir zaman Van Gogh tam bir empresyonist değildir. Monet ve Pisarro gibi ressamlara göre çok daha duygu yüklü ve çelişkilerle doludur. Onun resimlerindeki çelişkileri anlamak için de karakterini dikkatlice incelemek gerekir.
Van Gogh bir sara hastasıdır ve sürekli nöbetler geçirir. Fiziksel rahatsızlığının dışında, ailesi tarafından yaptığı işin saygı görmemesi ve resimlerinin hiç kimse tarafından satın alınmaması da onu içten içe çürüten nedenlerdendir. İlerleyen yıllarda kardeşi Theo’nun da ilgisi azalınca, Van Gogh hepten kendini bunalımın içinde bulur. Onun bütün bunalım anlarında sanatı yardımına koşar ve Van Gogh bu bunalımları aşmak için bıkmadan resim yapar. Onun gelgitlerle dolu içsel dünyası bir anlamda sanatının da baş mimarı olur. Pek çok dahi gibi, Van Gogh’ta çoklukla deliliğin ve dahiliğin sınırlarında dolaşır. İnsan olarak çok zayıftır, ama sanatıyla bütün bu zayıflıklarını bir artıya dönüştürür.
Maurice Pialat’ın Van Gogh yorumu ise, modern resmin öncülerinden olan bu büyük sanatçının sadece son yıllarına ışık tutar. Van Gogh’un akıl hastanesinden çıkıp, en iyi resimlerini yaptığı Paris’in yakınlarındaki bir köyde yaşadıklarını anlatır. Ressamın intihar etmeden önceki dönemini ekrana taşıyan yönetmen, daha çok ressamın duygusal karmaşasına yoğunlaşır. Onu intihara sürükleyen yolda yaşadıklarını, ilişkilerini, kardeşiyle olan sorunlarını, kendi resimlerine bakış açısını ve çevresiyle olan iletişimini konu alır. Van Gogh’un içsel karmaşasını ve onun tükenmişliğini gösterirken ise, geçmişini hiç ekrana taşımaz ve seyircilerin onun yaşadığı içsel çelişkileri çözümlemesine fırsat tanımaz. Ekranda izlediğimiz içine kapalı, çevresinden kopuk yaşayan, kendisine sürekli destek olan kardeşiyle arasında sorunlar olan, beraber olduğu kadınlarla birlikte olduktan sonra büyük bir pişmanlık duyan, o çaresiz insanın neden böyle olduğuna dair en ufak bir ipucu yoktur.
Biyografik bir film olarak düşünürsek, Van Gogh; bütünlükten yoksun, kötü ve karmaşık bir filmdir. Ressamın iç dünyasındaki karmaşayı anlamlandırmaktan ve ressamın resimlerinin değerini vurgulamaktan çok uzaktır. Bunun yerine, ressamın henüz reşit olmayan bir kızla ve bir fahişeyle olan birlikteliğine ağırlık veren, ressamı kötülemek için yapılmış bir çalışmayı andırır. Van Gogh’un hayatından etkilenerek, onun yaşamının en skandallı dönemine mercek tutan ve bu ressamın ününden kendine göre pay çıkarma peşinde olan bir yönetmenin işi gibidir. Oysa Van Gogh, bundan çok daha iyisini hak eder.
Hayatı boyunca, bir yandan ben kimim sorusunu sorarken bir yandan da her nöbetini çizdiği resimlerle aşmaya çalışan, kendinden önceki kalıplaşmış her şeyi yıkarcasına reddeden bir sanatçının hayat hikayesi Pialat’ın filminden daha kötü anlatılamaz. Yönetmen; incelikten, bütünlükten ve duyarlılıktan yoksun bir bakışla, modern çağın en önemli sanatçılarından birinin kemiklerini sızlatmayı başarır. Van Gogh’un yaşarken en çok merak ettiği soru, resimlerinin ilerideki akıbetiydi. Kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplardan birinde şöyle yazar: Ben bir hiç miyim, yoksa bir deli miyim? İnsanlara belki bir gün çalışmalarımı gösteririm. Beni isimsiz bir sanatçı olarak tanısınlar. Kim olduğumu hiçbir zaman öğrenmesinler. Ben kimim ki? Van Gogh, insanların kendisiyle ilgili olan önyargılarından kurtulduklarında ancak kendi sanatının hakkını verebileceklerine inanıyordu. Ne yazık ki, yaşarken yapıtlarının değerini hiç göremedi. Edebiyatta Kafka nasıl yazılamayanı yazmanın peşine düşüp, bunu aktarmaya çalışmışsa; resimde de Van Gogh sözcüklerle ifade edilemeyecek duyguları renkleriyle ve çizimleriyle aktarmaya çalışır. Ne üzücüdür ki, başyapıtını çizdikten sonra intihar eder. Resimleri değersiz görülse de, belki o da başyapıtını çizdiğinin farkındadır ve her şeyi zirvede bırakmaya karar verir.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com