Intacto ile çok beğendiğim Leonardo Sbaraglia ile sansasyon yaratan kitabın filmi Melissa P.’de başrolü oynayan María Valverde’nin sürüklediği filmin konusu birbirini tanımayan iki kişinin anlık duygularıyla benzin istasyonunda sevişmeleri ve paraya ihtiyacı olan güzel Bea’nın Quim’in cüzdanını çalmasıyla başlıyor. Bea’yı dağ yolunda takip eden Quim nereden geldiği bilinmeyen kurşunların hedefi olur ve Bea’yı bulduğunda da bu bilinmezlik içindeki kendini koruma oyunu başlar. İspanya kırsalında yaşanan bu hayatta kalma savaşında iki karakter birbirlerini tanımaya çalışırken, “Kaç, koş, dikkat!” nidalarıyla film de sonlanır. Festivalin zayıf halkalarından biri olarak değerlendirebileceğim Dağların Hakimi, hiçbir konuya fazla girmeye çalışmadan biraz aksiyon biraz gerilim şeklinde ilerleyen bir film. Şoke etmesi gereken sürprizini sadece “Cee!” kıvamında sunan ve sürprizin altından mesaj göndermeye zahmet bile etmemiş bir yapım. Canı sıkılan ve ekrana sadece bakmak isteyenlere.
Melih Tumen
tumenm@gmail.com
——————————————————————————–
Küçük taşra gerilimlerini seviyorum. Onların yaratmış oldukları gerilim ve dehşet, “cehalet mutluluktur” çıkışlı bir “kentten intikam alma” şeklinde gözükse de, taşra cehaletinin sebep olduğu şiddetten ziyade, taşra doğallığının, insanın kontrolden çıkmış yıkıcılığına alet edilmiş şekilde sunuluşuna, aslında o şiddetin bütünüyle taşraya maledilemeyecek oluşuna, ama kendini belki de en iyi orada ifade edişine yönelik bir saflıktadır bence. Bu da onu kent şiddetinden sadece dekor olarak değil, ruh ve biçim olarak da ayırır. Orada şiddetin her türlüsüne hazırlıklı olmak gerek. Nereden, kimden veya nasıl geldiği sizi şaşırtmamalı. Bunu söylemesi kolay. Fakat taşra şiddeti, kendini çok iyi kamufle edebilen, sapkınlıklarını rahatça dışa vurabilen ve bunun için sahip olduğu coğrafi imkanları özgürce istediği şekilde kullanabilen şiddet türlerinden biridir. Peckinpah’ın Straw Dogs’unun yarattığı etki günümüze dek ne kadar biçim değiştirirse değiştirsin, karanlık taşra ruhunun şehirli insan için hazırladığı sürprizler hiç bitmedi. El Rey de la Montaña, bu yolun yolcusu bir film olarak hem vatandaşları olan La Noche de los Girasoles ve Bosque de Sombras kadar sağlam çıkmazları konu ediniyor, hem de yine her ikisinin yaptığı gibi teknik bir “tarz” endişesini dile getirebileceği uygun zeminler arıyor.
Her şeyiyle sıradan bir film gibi ilerlerken, nereden geleceği belli olmayan sniper kurşunlarının yaratacağı gerilim ve gizemin bir izleyici olarak gerçekten o anda aradığımız şey olup olmadığını düşünüyoruz. Yani ne olabilir ki, yabanda tavşan gibi avlanan insanlar ve onları avlayanlar arasında kurulacak herhangi bir bağ bizi farklı biryerlere taşısın. Phone Booth’a İspanya’dan kardeş arıyor falan da değiliz. Tabi bu endişelerle filmi izlerken belki gözümüze sokulmaya çalışılan, belki de gerçekten benimsenmiş bir tarzın belirginliği -izleyen bakışının değişkenliği de hesaba katılarak- yer yer hem gözümüze sokuluyor, hem de benimsetiliyor. Ağır çekimde saldırıya uğramış olan arabanın yanından geçiş, Bea’nın düştüğü kuyudaki çaresizliği, Quim’in onu kurtarmak için geri dönüp dönmeme arasında yaşadığı kararsızlık anı ve finaldeki terkedilmiş köyde geçen sahneler, “ne yaparsanız yapın, bir tarzınız olsun” klasiğinin hâlâ gücünden bir şey yitirmediğini göstermekte. Derli toplu ve zamanlaması yerinde görüntüler yanında kimi zaman başına buyruk hareket eden, çoğunlukla da hareketliliği, bunun yanında yüzlere yapılan yakın girişler sayesinde Quim ve Bea’nın içine düştüğü çaresizliğe izleyeni ortak etme gayretindeki kamerası ile Gonzalo López-Gallego, dram ile koyultmak istediği bir gerilim estetiği üzerinde kafa yorduğunu belli ediyor. Bunda başarılı olduğunu söylemek de büyük ölçüde sonlara doğru yaşadığımız kırılma noktasının bizi ne derece etkilediği ile alakalı. Aslında fiziki yapısı veya tarzı ile konusunun karıştırılarak bir potada değerlendirilmesi kimi filmler için adil olmuyor. Yine de sözünü ettiğim sahneler ve değerlendirmeye alınabilecek başka anlar, özellikle kırılma noktası ile ve bahsedilen tarz kaygısının getirileriyle daha farklı bakışlara zemin hazırlıyorlar.
Tekrar ederek, “her şeyiyle sıradan bir film gibi ilerlerken”, yine yukarıda adı geçen vatandaşları ile beraber, Calvaire, Frontière(s) ve hatta Wolf Creek gibi başka taşra kabuslarının en iyi konuştuğu dilin bu olduğu fikrine sahip çıkması açısından beğendiğim bir film oldu El Rey de la Montaña… Tüm artılarına rağmen Gonzalo López-Gallego’nun en mühim anlarda elini korkak alıştırması, hatta bir nevi sansüre veya otosansüre prim vererek ahlaki açıdan az da olsa kendini aklaması, teknik anlamda hata verdiği gibi, filmin kurmaya çalıştığı dramatik kabuğa da çizikler atıyor. Bir adamın vurulduğunda kafasından fışkıran kanı gösterebildiği kadar, belki de cesaretini test edecek en önemli sahnelerde kaçak dövüşmeyi tercih ediyor (veya ettiriliyor!). Haneke misali göstermediği ile etkili olma anlayışına dahil edilemeyecek kadar özensiz ve korkak tercihler bunlar. Her şeye rağmen kırılma noktasının sağladığı beklenmedik gerçeğe karşı verilecek tepkinin, Quim karakterine ustaca yüklendiğini hissettiren çok çok iyi Sbaraglia doğaçlaması elinden geldiğince bu zayıflıkları örtmeye çalışıyor. El Rey de la Montaña, bizi taşra terörünü yaratanların tarafına taşıdığında bile, güncel bir sorunu çaktırmadan elimize mesaj niyetine tutuşturmayı başaran benzerleri gibi beğenilmeyi hak ediyor bana göre.
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com