Günümüzde, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa’da belki de hiç olmadığı kadar Nazi sempatizanı olduğunu görmek mümkün. Başta Almanya olmak üzere, Hollanda, Belçika ve çevre ülkelerde de etkinliğini sürdüren Nazi yandaşları, Avrupa’da hızla yayılmaya ve yaygınlaşmaya başlayan milliyetçi rüzgarlarında kendilerini itelemesiyle birlikte daha da etkin bir kimlik kazanmaya başladı. Bu yükselişin arkasında yatan başlıca unsur, pek tabii işsizliğin artması ve artan göçlerle birlikte çoğalan yabancı nüfusu. Kendi vatandaşları işsizken, çalışan göçmenlerin ülkede hızla artması, ister istemez gençler arasında da hoş karşılanmayan durumlara yol açıyor. Bu göçmenlerin başta emekleri olmak üzere birçok sömürüye ve istismara uğramasına rağmen, onların ülkelerine dönmelerini isteyen gençlerin bu öfkelerini, politikacılarda seçim malzemesi yaparak, kişisel kazanımları uğruna ülkedeki ve genel olarak kıtadaki milliyetçilik ve ırkçılık ateşini körüklemiş oluyor. Kendilerine vaad edilenlerle birlikte kısa sürede heyecana kapılan bu gençler ise, milliyetçiliği ırkçılığa dönüştürmekten çekinmiyor. Medya ve siyasiler bir yandan ortamı yumuşatmak şöyle dursun, bu gençleri amiyane deyimiyle gaza getirecek söylemlerde bulunurken, hoşgörüsüzlüğe ve şiddete dayalı bir ortamda hazırlanmış oluyor.
Knallhart’ta günümüzün bu gerçeklerinden yola çıkarak, kendi bakış açısıyla bir Almanya profili sunuyor. Almanya’da bilindiği gibi Türkler artık azınlık olmaktan çıkmış, kendi mahalleleri, restoranları, okulları ve çeteleriyle birlikte ülke içinde ülke olmuş vaziyette. Bu niteliğiyle de Alman gençlerinin odak noktası halindeler. Ülkede ne zaman milliyetçi bir dalga yayılsa, Türk düşmanlığı ayyuka çıkıyor. Bu da oradaki Türklerin topluma entegrasyonlarını zorlaştırdığı gibi, bir devlet gibi olmasa da yerel çapta bir örgütlenmeye gitmelerini beraberinde getiriyor. Knallhart filminin geçtiği mekanda, Arap ve Türklerin elinde bulunan ve birçok ulustan insanın bir arada yaşamaya çalıştığı, başkent Berlin’in göçmen nüfusunun toplandığı Neukölln semti. Bu semt, üstte anlattığım üzere Türk çetelerinin elinde ve bu çetelerin her türlü şiddeti uygulamaktan çekinmediği bir yer. Aynı zamanda uyuşturucu tüccarlarının da uğrak merkezlerinden biri. Bu yapısıyla filmin göçmenlere karşı tek taraflı bir bakış yansıttığı düşünülebilir. Özellikle filmde hiçbir Alman çetenin görünmemesi ve şiddeti uygulayan tarafın göçmenler oluşu, bu tezi destekleyen unsurlar olarak gösterilebilir. Ama yönetmen Detlev Buck, burada Alman ve Alman olmayan göçmenlerin çatışmasından ziyade, merkezine Berlin’in alt-üst sınıf ayrımını ve Berlin’in farklı bölgelerinde yaşanan, birbirine tamamen zıt yaşamları anlatıyor.
Knallhart’ın diğer ırkçılığı anlatan filmlerden farkı, ırkçılığı ve şiddeti, birey merkezli olarak anlatması sayılabilir. Yönetmen, filmin baş karakteri Micheal’ın hayatı üzerinden, alt sınıftan insanların oluşturduğu çetelere ve şiddete dair söylemlerini yöneltmeden önce, izleyicilere Micheal’ı tanıtıyor. Annesi ile birlikte sokağa atılan Micheal, Berlin’in göbeğinde lüks bir villada kalırken birden göçmenlerin yoğun olduğu bir gettoya taşınıyor. Yeni bir çevreye taşınan Micheal’ın da hayatı böylece değişmeye başlıyor. Sakin, sessiz ve zeki bir genç olan Micheal, önce okuduğu okuldaki arkadaşlarının, daha sonrada yaşadığı çevredeki gençlerin baskılarıyla kimlik değiştirmeye başlıyor. Çinliler, Araplar, Ruslar, Türkler ve Almanlar hepsi bir semtte yaşamaya çalışarak, bir nevi küreselleşmenin pilot kentlerinden birindeymiş izlenimi veriyor. Fakat bu farklılıkların ve sınıfsal eşitsizliklerin çatışmaya dönüşmesi pek uzun sürmüyor. Gündüz vakti kalabalık ortasında çeteler tarafından kıstırılarak dayak yiyen gençler, kendi ülkelerinde azınlık durumuna düşen Almanlar ve böylesi bir şiddetin tam ortasında çakılı kalmış hayatlar… Knallhart’ın derdi de, tüm bunları izleyicisine vermek ve bunlar üzerinden bir bakış açısı geliştirmek. Böylece göçmenlerin içinde yaşadığı ortamın ve bu ortamda yaşayan gençlerin şiddette nasıl bulaştığının sahici bir resmi çiziliyor.
Çevrenin ve ailenin gençler üzerindeki etkisinden, şiddetin bu iki unsurdan ayrı düşünülemeyeceği gerçeğiyle birlikte, şiddetin bireyler üzerindeki etkisinin de vurgulandığı Knallhart, gençlerin içine düştükleri çaresiz durumu da gözler önüne seriyor. Gençlerin yardım alabilecekleri bir yer olmadığı gibi, içine düştükleri durumdan çıkmak için herhangi bir olanakları da yok. Çıkışsız, umutsuz ve şiddetle iç içe olan yaşamları da, bu kısır döngünün içinde, daha küçük yaşta yok olup gitmeye başlıyor. Bu zor ortamda gençlerde hayatta kalabilmek için suça ve şiddete başvuruyorlar. Oysa Micheal’ın da dediği gibi, “huzurlu olma” ve güvenilir bir toplumda yaşayamamanın getirdiği eksikliği sürekli hissediyorlar. Bir umut diye önlerine çıkan bütün fırsatlara gözü kapalı atlıyorlar. Bu çıkışlar ise, aslında onları daha da derinlere batırıyor. Yönetmen Detlev Buck’te bireylerin suçla ilişkisini nedenleri ve sonuçlarıyla, teknik açıdan sade ama düşünsel açıdan derin yaklaşımıyla ekrana taşıyor. Micheal zengin ve güvenli bir semtteyken normal bir genç gibi yaşarken, göçmenlerin yaşadığı bir bölge de, o da tıpkı diğer Almanların nefret ettiği göçmenlerden birine dönüşüyor. Yavaş yavaş bulaştığı karanlık işler, onu da pençesine alarak “Acımasız” birine dönüştürüyor. Bu sayede yönetmen Buck’ta, çevrenin bireyler üzerindeki etkisinin altına çizerek, göçmen sorununa farklı bir açıdan bakmayı başarıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com