Benim gibi sanırım pek çok sinemasever de Tuğra Kaftancıoğlu’nu ilk olarak Ulaş İnan İnaç’ın, bu coğrafyada çekilen ilk Dogma etkilenimli film olma özelliğini taşıyan Türev’i ile tanıdı. Oysa Türev, Kaftancıoğlu’nun ilk sinema deneyimi değildi. Oyuncu, sinemaya ilk adımını Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’yle atmıştı. Türev’den daha önce çekilmesine rağmen, bugüne kadar gösterim imkanı bulamayan bu film, elde dolaşan kameranın moda haline geldiği ve film çekmenin kolaylaştığı bugünlerde geniş bir dağıtım ağıyla olmasa bile gösterime sunuldu. Kameranın işlevleriyle ve insanların kafalarındaki kalıplaşmış düşüncelerle dalgasını geçerek, muğlak bir gerçeklik üzerine kurgulanan bu deneysel film, aynı zamanda sinemayla ilgilenen pek çok kişiye de ilham verecek kadar güçlü bir çalışma.
Şu an hem Amerika’da hem Avrupa’da el kamerasının işlevleri ve seyirci üzerindeki etkileri yeni yeni fark ediliyor. Dogma’da nispeten yaratıcılığı kurallarla sınırlanan ve imkanları daraltılan bu tarzın, gerçekliği yansıtmadaki başarısı tartışılmaz tabii. İster sitcom tarzında çekilen, bir grup insanın bir odada geçen konuşmalarından yola çıkarak, bireylerin yaşadığı içsel karmaşayı, toplumsal çürümeyi ya da yalnızlığı yansıtan filmler olsun, isterse de bilimkurgu ve korku sinemasını harmanlayan yapımlar olsun… Sonuçta, bu çekim tekniği; doğaçlamaya imkan tanıyan yaratıcılığı, gerçekliği, gerilimi ve huzursuzluğu yansıtmadaki başarısıyla günümüz sinemasında önemli yapı taşlardan biri haline geldi. Bütün bu bahsettiğim özellikler sayesinde, film izlemek de; sadece izlemenin ötesinde, yaşanan bir deneyim halini alıyor. Bazinci ahlaki gerçekçilik kuramında olduğu gibi, film tüketilen bir metanın ötesine geçerek, yaşanılan ve ortak olunan bir sürece dönüşüyor. Filmdeki kişilerle birlikte izleyenler de filme ortak oluyor. Bu ortak olma süreci bir yerden sonra izleyenleri bilinmezliklerle dolu bir yolculuğa da davet ediyor. Yaşadığımız gerçeklik parçalara ayrılırken, izlediğimiz karakterin gözüyle de başka bir gerçekliğin içine çekiliyoruz. Aşina olduğumuz gerçek mekanlarda ne olduğu belirsiz koşuşturmalar başlıyor. Her köşe başında rastlayacağınız sıradan insanlar size hayatlarından kesitler sunuyor. Bütün bunlar yaşanırken, alışık olduğumuz o kamera aracılığıyla yaratılan ve kusursuzlaştırılan yapay dünyadan ise tamamen uzakta kalıyoruz. Başkalarının yarattığı kurgusal dünya bir süre sonra zihnimizde yeniden üretilen başka bir dünyaya dönüşüyor. İzlediklerimiz kurgu olmasına rağmen, bu kurgunun gerçeklerden beslenmesi bir çeşit paranoyaya neden oluyor. Sonuçta izlediğimiz görüntülerle bizim aramızda, zamansal ve mekansal düzlemde herhangi bir farklılık kalmıyor. Bu çekim tekniği, gerçek ve kurgusal dünya arasındaki farklılığı en aza indirgeyerek insanların bilinç düzeylerinde yeni bir gerçeklik oluşturmalarına olanak sağlıyor. Bu sayede yaratılan gerçekliği kabul etmemiz kolaylaşıyor. Filmle olan iletişimimiz artıyor. Yine Bazinci ahlaki gerçekçilik kuramında olduğu gibi, kameranın arkasındaki insanlar ile beyazperdenin karşısındaki insanlar ortak bir paydada ve içtenlikle konuşma fırsatı yakalıyor. Beyazperde, kurgusal ve yabancılaştırıcı bir etkinin maddesel hali olmaktan öteye geçerek, yönetenle izleyen arasında bir köprü vazifesi görüyor.
Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’ndeyse; bu durum bir aşama daha ileri götürülüyor. Normalde biz karakterin gözünden bir filmi izlerken, bu sefer filmdeki karakter de bir film çekiyor ve biz olayları bu film aracılığıyla takip ediyoruz. Gerçeklik, matruşka bebeklerinin içerisine saklanıyor. Her kamera bizi başka bir boyuta taşıyor. Süper8, Hi8, video8 ve miniDV formatındaki kameralara yaşanan her şey kaydedilirken, gerçeklik sürekli parçalara ayrılıyor ve bir yerden sonra gerçeklik duygusundan tamamen kopma yaşanıyor. Neyin gerçek neyin oyun olduğu bir muamma haline geliyor. Bu açıdan bakıldığında, Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi; izleyenleri paranoyanın sınırlarında dolaşacakları ve gerçeklik algılarını kaybedecekleri başka bir evrene götürüyor. Her şey Tuğra Kaftancıoğlu isimli bir yönetmenin kısa filmine oyuncu aramasıyla başlıyor. Aranan oyuncu bulunana kadar ve film çekilmeye başlayana kadar geçen süre, aslında yönetmenin gerçeklik algımızı değiştirmek için kendi yarattığı gerçekliği sunma süreci. Film çekilmeye başlandığı andan itibaren ise; hem bizim izleyici olarak bakış açımız hem de filmdeki yönetmenin bakış açısı deformasyona uğratılıyor. Bu deformasyon sürecinde ister istemez kendimize bir odak noktası arıyoruz. Her şeyi yerli yerine oturtacak bir bakış açısı bulmaya çabalıyoruz. Ama yönetmen, bütün yolları kapıyor ve bizi bu paranoyanın içinde yalnız bırakıyor. Bir yerden sonra filmde aşağılanan ve işkence gören oyuncu gibi, seyirci de aynı muameleye tabi tutuluyor.
Yönetmen, amacını açıklarken; insanların izlediklerini gerçek sanacakları ve inanabilecekleri bir film yapmak istediğini söylüyor. Bu açıdan bakıldığında, film; yönetmenin kendi kurgusal gerçeklik anlayışıyla anti-gerçekçiliğe karşı açtığı bir savaş olarak da algılanabilir. Deneysel ve yenilikçi bir çalışma olmasının haricinde, film insanların ekranda gözükme ve beğenilme istekleriyle de dalgasını geçiyor. Daha doğrusu filmin oyuncu seçme kısımlarında bu istekleri gösteriyor, film kısmında ise bu arzuları tersyüz ediyor. İnsanların göz önünde olma, beğenilme, arzulanma, ilgi odağı haline gelme istekleri yine tuhaf bir biçimde yönetmen Tuğra karakterinde vücut buluyor. Tuğra karakteri; hem çok fotojenik hem de sürekli ekranda gözükmek ve ilgi odağı haline gelmek isteyenlerin bilinçaltındaki düşünceleri dillendiren bir aymazlığa sahip. Hem yazıyor hem çekiyor hem de oynuyor. Buna rağmen, karşısındakini de bencil ve aptal olmakla suçluyor. Yönetmen sosyal eleştirisini, film içindeki yönetmen Tuğra karakteriyle de alegorik bir biçimde filmine yedirmeyi başarıyor. Filmdeki oyuncu Gülüm karakteriyle ise, işin oyuncu kısmına değiniyor. Ünlü olmak için her şeyi yapmaya kararlı, kendine güvenen ve gücün kendisinde olduğu yanılgısına sahip Gülüm, aslında bir imajdan fazlası değil. Yönetmen, bir yerden sonra tüm ipleri eline alarak onun edilgen konumunun da altını çiziyor.
Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi, kuşkusuz sırf gerçeklik algısının ne kadar değişebileceğini görmek için bile izlenebilir. Üstelik deneysel, yenilikçi ve çarpıcı yapısına karşın, basit bir şeyle ne denli güçlü bir etki bırakılabileceğini de gözler önüne seriyor. Geniş imkanlara sahip olmayan, deneyimsiz ama fikir sahibi insanlara da bu konuda ilham veriyor. Dünyaya ayak uydurmak, güç sahibi olmak ve göz önünde yer almak isteyen ülkemizin yaşadığı hızlı gelişim süreciyle koşut olarak insanlarımız da hızlı bir değişim sürecinin içine giriyor. Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi’de bu süreçte, ülkemizdeki insanların algı seviyelerindeki değişimleri, realitenin hızlı bir değişime uğramasını, meşhur olma ve göz önünde bulunma arzusunu gerilimli bir yolculukla hatırlatıyor. Gerçekle kurgunun, özneyle nesnenin, yönetenle yönetilenin arasındaki çizgiyi de muğlaklaştırıyor. Bu sayede gerçekliği ve kalıplaşmış bakış açılarımızı da sekteye uğratıyor. Bütün bunlar gerçekleşirken ise, bizleri paranoyanın had safhada olduğu karanlık bir filmin baş karakteri yapıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com