Dünyanın en romantik şehri diye bilinir Paris. Fransa’nın kendine has kültürünün, eskiyle yeninin, klasikle modernin, romantizmle melankolinin uyum içinde birbirlerini tamamladığı bu eşsiz şehir, pek çok filme de ev sahipliği yapmıştır. Bu projede, Paris’in bu özel yapısının aktarılması ve birbirinden farklı kültürlere ve ırklara mensup önemli yönetmenlerin bakışlarını yansıtabilecekleri güncel bir Paris portresi çıkartmaları amacıyla hazırlanmış. Bu portrede tabii ki aşk, diğer her şeyin önüne geçiyor. Bu Paris dışından Paris’e bakma anlayışı, kimi zaman oldukça ilginç sonuçlar doğursa da, ortaya çıkan işin pek istenileni yansıtmadığı aşikâr.
Öncelikle projenin içindeki yönetmenlerden ve oyunculardan biraz bahsetmekte fayda var. Bu sayede projenin ne kadar heyecan verici olduğunun farkına varmamız kolaylaşır. Fransızların ünlü yönetmeni Olivier Assayas, Amerikalı bağımsızlardan Gus Van Sant ve Alexander Payne, Coen Kardeşler, İspanyol Isabel Coixet, Brezilyalı Walter Salles ve Daniela Thomas, Wes Craven, Alfonso Cuaron, Tom Tykwer ve Wong Kar Wai filmleriyle ünlenen Uzakdoğu filmlerinin vazgeçilmez görüntü yönetmenlerinden Christopher Doyle bu proje içinde göze çarpan yönetmenlerden. Bu kadar önemli yönetmen bir araya gelince, haliyle bu yönetmenlere birbirinden ünlü oyuncularda eşlik ediyor; Steve Buscemi, Catalina Sandino Moreno, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Nick Nolte, Maggie Gyllenhaal, Fanny Ardant, Bob Hoskins, Elijah Wood, Emily Mortimer, Natalie Portman, Gena Rowlands ve Gerard Depardieu bu oyunculardan sadece göze çarpanları.
18 kısanın arasında en beğendiğim kısalardan biri Gurinder Chadha’nın Seine Nehri kenarındaki bir grup gencin yoldan geçen kızlara laf atmalarıyla başlayan ve sonrasında bir Müslüman kızla bir Fransız gencini buluşturan, ucundan da türban ve kimlik sorununa işaret eden bölümü oldu. Enerjik, komik ve romantikti. Bu bölümden sonra gelen Gus Van Sant’ın kısası ise beni hayal kırıklığına uğrattı. Fakat bu pek uzun sürmedi, zira bunun hemen ardından Coen Kardeşler’in ilginç ve etkileyici kısası geldi. Amelie’nin çekildiği metro istasyonunda Steve Buscemi’nin Mona Lisa takıntılı bir turisti canlandırdığı kısada, kardeşler klişelerden yola çıkarak kendi stillerini sergileyebilecekleri tipik bir Coen Kardeşler filmine imza atıyordu. Walter Sallers ve Daniela Thomas ikilisinin çektiği bölümde tercihleri bakımından öne çıkıyordu. Paris’in romantik aşklara ve aşıklara ev sahipliği yapan görünümünün dışına çıkarak, göçmenlerin yaşam şartlarına odaklanıyorlardı. Kendi bebeğini bırakarak başka birinin bebeğine gece yarısına kadar bakıcılık yapmak zorunda kalan ve bu işi yapmak için bir dünya yol kat etmek zorunda olan Ana, Paris’in ışıltılı yüzünün gerisinde kalan hayatları da hatırlatıyordu. Uzakdoğu filmlerinin efsane görüntü yönetmeni Christopher Doyle’in kısası ise; Uzakdoğu kültüründen beslenen absürd bir komediydi. Doyle her ne kadar yeteneklerini gösterse de Paris’in bu kısadaki işlevini pek anlayamadım.
Paris, je t’aime’de en sevdiğim kısalardan biri de İspanyol yönetmen Isabel Coixet’in çekmiş olduğu Bastille isimli kısa film oldu. Metresi yüzünden karısından ayrılmayı düşünen ve tam bunu karısına açıklayacakken bir sürprizle karşılaşarak yeniden karısına aşık olan adamın hikayesi gerçekten enfesti. Yönetmenin kırmızının can alıcı tonlarıyla yarattığı romantik atmosfer, adamın içsel karmaşasını anlatış şekli, Bastille semtinin kozmopolit yapısı ve Portishead’den tanıdığımız Beth Gibbons’un harika şarkısıyla birlikte en akılda kalıcı bölümlerden biriydi. Sylvain Chomet’in bir pandomimcinin sıradan günüyle başladığı, daha sonra onun ruh ikizini bulmasıyla sonuçlandırdığı, masalsı ve eğlenceli kısası da öne çıkan çalışmalardan biriydi. Vincenzo Natali’nin romantizmi kendine göre yorumladığı ve bir vampir hikayesi anlattığı kısası da diğerlerine göre en garip ve farklı kısa film olarak gözüme çarptı. Romantizme getirdiği yorum ve başarılı görselliği, diğer kısaların arasında bu kısayı farklılaştırmaya yetiyordu. Son olarak bütün bu çalışma içinde en sevdiğim ve etkileyici bulduğum kısa film olan Tom Tykwer’ın Faubourg Saint-Denis’inden biraz bahsedeceğim. Oyuncu olmak isteyen Francine (Natalie Portman) ile gözleri görmeyen Thomas’ın ilişkisinin anlatıldığı bölümde Tykwer, Koş Lola Koş’takine benzer hızlı anlatımı ve baş döndürücü kurgusuyla, kısa süresi içinde belki de en çok şeyi anlatan bölüme de imza atıyordu. Yönetmenin bütün yeteneğini izleyiciye gösterdiği kısada, zamanın etkisini hissedebildiğimiz gibi Paris’i de bir zaman tünelinin içindeymişçesine tanıma imkanı buluyorduk. Baş döndürücü ve etkileyici bir kısaydı, en sondaki replik ise kesinlikle hafızalara kazınacak cinstendi.
Bu tarz bütün çalışmalarda olduğu gibi bu çalışmanın da en büyük problemi bütünsellik tabii ki. Zira bu filmde de birbirinden farklı bakış açılarının film içinde çok havada kaldığını görüyoruz. Örneğin bir Walter Sallers’ın kısası kendi içinde çok anlamlı bir kısa olmasına rağmen, filmin genel yapısı içinde ayrıksı duruyor. Aynı şekilde Vincenzo Natali’nin de hem yorumu hem de görsel tercihleri diğerlerinin arasında çok eğreti kalıyor. Şüphesiz bir Eros gibi romantizm üzerine yapılmış konsept bir çalışma değil, Paris, je t’aime. Sorunda buradan kaynaklıyor zaten, projenin amacında bir belirsizlik var. Bu kısalar Paris’in imajını değiştirmek, onun görülmeyen ve üzerinde durulmayan kısımlarını Parislilere göstermek için mi yapıldı? Yoksa bir sanatsal kaygı gözetildi mi? Ben izlerken bunun kararını veremedim. Projeye ilk dahil olan yönetmenlerden Tom Tykwer ve Coen Kardeşler’in kısalarında bu kaygıyı gözlemlerken, pek çok kısa ise Paris’in turistik tanıtımı için çekilmiş gibiydi. Bu yönüyle de aralarında iyi ve etkileyici kısalar olmasına rağmen, yönünü belirleyememiş bir toplama olarak yerini alacak gibi…
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com