Mükemmel bir kolajla ve Toots & The Maytals’ın 54-46 Was My Number şarkısıyla oluşturulmuş jenerikle başlıyor This Is England.. İngiltere tarihinin en karmaşık dönemlerinden olan 80’li yıllardan, Margaret Thatcher’dan, Duran Duran’dan, işçi eylemleri ve Falkland harekatının arşiv görüntülerinden derlenmiş bir kolaj. Benim için çok özel bir film olan Dead Man’s Shoes’un yönetmeni Shane Meadows’un yeni filmi This Is England.. Filmin adı bile insanı heyecanlandırıyor. A History Of Violence, Crying Out Love In The Centre Of The World gibi katmer katmer açılımları olan, son nokta bir isim.. Ama Bruce Springsteen’in artık klasikleşmiş muhteşem Born In The USA parçası gibi sadece ismen yobaz çağrışımlar yaptırması tehlikesi de var. O şarkıda Patron, ülkesinin hükümetini, Vietnam savaşını, ekonomisini, vefasızlığını eleştiriyordu halbuki. İşte This Is England’ın isimsel duruşu da çok başka. En basit haliyle koyu milliyetçi zihniyeti eleştiren fena halde cesur bir isim. Ülkenizin milliyetçilik damarına basan bir filme bu ismi vermek çok önemli. İngiltere’nin bu damarı özellikle Blair cadısı Thatcher’ın 6 hafta süren Falkland savaşı, vergileri ağırlaştığı, ekonomik krizin yol açtığı işsizlik, yolsuzluk, arsızlık döneminin kaynayan kazanında daha da belirginleşti. Gerçi çok sonra Blair’in bizzat kendisi göreve geldi, ancak onun misyonu da uşaklıktan öte gitmedi. Sömürge düzeninin kaçınılmaz sonuçlarından biri olarak ülkede, Hindistan, Pakistan kökenli nüfusun yoğunlaşması da, İngiliz vatandaşlarının “sahip çıkma” dürtülerini harekete geçirdi. Ucuz iş gücü sağlayan, gelenek göreneklerini de beraberinde getiren, zamanla kendi işlerini kurabilecek seviyeye gelen bu insanlar, artık bazı İngilizlerin onları hep görmek istedikleri sömürge alt sınıfından çıkmaya, kendi ayakları üzerinde durmaya başladılar. Dağdakiler tarafından kovulduğunu düşünen bağdaki İngilizler arasında tehlikeli hareketler, eğilimler belirdi. Sanki vakti zamanında sömürge olmayı kendileri istemiş gibi, insanca yaşamanın yollarını arayan yabancı kökenlilere karşı düşmanca tavırlar takınmaya başladılar. Aslında bu konuştuklarımız sırf İngilizlere mahsus durumlar değil. Irkçılıktan muzdarip çoğu gelişmiş ülkede bu yansımaları hala görüyor, duyuyoruz. Çoğumuzun da çeşitli durumlar için milli hassasiyetlerimiz mevcut. Basıldığı vakit hoşnut olmayacağımız bazı damarlarımızın acısını neden milletler bazında çıkarmaya uğraşıyoruz ki? Böyle yaparak masum insanların, insan olan insanların haklarını da yiyoruz. Neyse, bu konu hakkında söyleyeceğimiz diğer şeyleri başka filmlere de saklamak adına, Shane Meadows’un çok manidar şeyler söylediği This Is England’a geri dönelim..
Herhangi bir olaya, olguya, tarihi döneme “çocuk gözüyle bakmak” ifadesi sıkça kullanılır. Nedir bu işin aslı? Çocuk gözü ile yetişkin gözü arasındaki farklar nelerdir? Elbette çocuk gözüyle bakıyorum diyerek tamamen çocuklara yönelik yapımlar çekilmemiştir. Lakin, kor ateşlerde yanan bir dönemin ortasına yerleştirilmiş çocuk figürleri çok daha şiirsel, çok daha duygusal, çok daha sembolik anlatımlar için bulunmaz nimettir adeta. Bir top, bir uçurtma, bir çocuk şarkısı, oyunu veya masalı, ifade şeklinize şekil katacak kadar anlamlı, bunun yanında sert eleştiriler getirmeniz yönünde de kolaylaştırıcıdır. Ama öte yandan, duygu sömürülerine de hedef tahtası olma tehlikesi de vardır ki, işin o boyutunun cılkını çıkartmayı çok iyi beceren yönetmenler de yok değil. Olayları gözünden gördüğümüz çocuğun tasarlanış şekli çok önemli. Sevimsiz, ukala bir imaj bırakabilecek veya yaşından çok çok zeki çocuk tiplemeleri, iyi bir filmi bile sabote edebilir. Çünkü filmin gidişatında, bizden o çocukla özdeşlik kurmamız, ona üzülmemiz, sevinmemiz, acımamız, bunun yanında umudun sembolü olarak görmemiz beklenir.Bunların hiçbirini ya da önemli bir kısmını bize hissettiremeyen çocuğun gözlerinden baktığımız tablo bulanık olacaktır. Peki afacan Thomas Turgoose’un canlandırdığı afacan Shaun, bu söylediklerimizin neresinde duruyor. Çünkü This Is England’ın kaderi büyük ölçüde ona bağlı. Sıkıcı derecede uslu bir çocuk olursa Sahne Meadows’un bile elinden bir şey gelmeyecektir.
Shaun uslu olmasına uslu bir çocuk. Tabi usluluk kavramından ne anladığınıza da bağlı. Babasını Falkland savaşında kaybetmiş, hippi eskisi annesi ile yaşayan, okulda alay konusu olduğu Erol Büyükburç paçaları (tribute to baronio) yüzünden kavga ettiği gün Woody ve zararsız arkadaş grubuyla tanışan, onlarla sıkı dostluklar kuran Shaun’un Shane Meadows ile olan isim benzerliğinden bilmiyorum bahsetmeye gerek var mı. Gruptakilerden yaşça küçük olmasına rağmen kısa sürede kaynaşan, grubun maskotu haline gelen, hatta ablası yaşındaki Cindy Lauper‘dan bozma Smell ile flörte bile başlayan Shaun için hayatının en güzel günleridir bunlar. Ta ki birgün Woody’nin eski dostu, onun için üç yıl hapis yatmış bir dazlak olan Combo hapisten çıkıp bu güzel gruba musallat olmaya başlayana dek. Koftiden milliyetçi duygu sömürüleri ile herkesi tedirgin eden Combo’nun ne mal olduğunu bilen Woody, hiç düşünmeden Combo ile yollarını ayırıyor. Çok sevdiği Shaun’u da yanında götürmek, Combo salağının pençelerine bırakmamak istiyor. Fakat Combo’nun Shaun’a Falkland’da ölen babası üzerinden yaptığı duygu sömürüsü işe yarayınca, biz de 12 yaşındaki Shaun’un gözlerinden çok güçlü bir İngiliz milliyetçiliği veya evrensel anlamda bir milliyetçilik eleştirisini diken üzerinden hiç inmeden izlemeye başlıyoruz.
Shaun’un kendinden büyüklerle yaşadığı iletişim çeşitlerinde görülen en belirgin özellik saflık. Yanlış anlama olmasın, Shaun çok zeki bir çocuk. Ama etrafında hep kendinden büyük gençler olunca, tecrübe eksikliği onun vereceği kararları çok etkiliyor, bu yüzden sağlıklı seçimler yapamıyor. Bu durum Shane Meadows’un hikayesindeki gerçekliği daha da pekiştirmekte. Çünkü çocuk gözüne sahip olduğunu savunan filmlerin mühim handikaplarından biri, tecrübesizliğinden adımız gibi emin olduğumuz bazı çocuk kahramanları 42 yaşın olgunluğunda göstermektir. Buna inanmamız için bize hiç geçerli sebepler de sunamazlar. Ama Shaun’u çok kolay kabullenebilir, bağrınıza basmak isteyecek kadar sevebilir, hatta yanlış seçimlerini bile anlayabilirsiniz. Çünkü o seçimler için Shaun’un gerekçeleri kötülükten, yobazlıktan çok uzak diyarlara aittir. Kime neden karşı olduğunu tam idrak edemeyecek kadar çocuk masumiyetinin sembolü, etrafına köpükler saçan dazlak zihniyetlerin ortasında dımdızlak kalmanın çocukçasıdır Shaun.. Shane’in Shaun’a, Shaun’un Shane’e yakın oluşuna kilitlenmiş görünmesine rağmen kesinlikle tam manasıyla kişiselleşmemiş olan This Is England, ırkçı ve gerici fikirlere karşı yapacağımız seçimlerin önemine yüklediği anlam ile de çok başka bir film. Dead Man’s Shoes’un yakıp kavuran hüznü çok yoğun şekilde yok belki. Zaten bu iki Meadows filmini karşılaştırma saçmalığına düşmeyeceğim. This Is England kendi başına, gövdesine, kollarına, bacaklarına sahip bir yetkinlikte. Tam bir olgunluk dönemi meyvesi. Shane Meadows, İngiliz olmanın (Alman, Fransız, Japon, Türk olmanın) insan olmaya engel olmadığını daha nasıl anlatsın? Meadows’un içindeki çocuğun yansıması olan Shaun’u bu denli doğal, tüm kapıları açık, tüm duvarları yıkılmış halde vermesi, izleyene olan saygısı kadar kendi ile barışıklığının da ifadesi olarak görmek gerek.
Shaun rolüyle, tip olarak cuk oturduğunuz bir role nasıl karakter, sadelik, şan, şeref katabilirsinizin dersini veren küçük oyuncu Thomas Thurgoose’un ilk filmi olduğuna inanmak güç. Bu konuda 40 yıllık oyuncu olanların fikrini de almak istiyor insan. Dead Man’s Shoes’daki Richard ve Anthony kardeşler gibi unutulmaz bir karakter ile daha tanışıyoruz. Ama üzücü bir olay var ki, o da filmden sonra Thomas’ın annesi Sharon Thurgoose’un ölmüş olması. Shane Meadows da jest olarak filmi Thomas’ın annesine ithaf etmiş. Ayrıca filmde Snatch’den Tommy karakteri olarak hatırlayacağımız oyuncu Stephen Graham’i, barut fıçısı skinhead Combo rolüyle çok iyi bulduğumu belirteyim. Gerçekten olması gereken tüm negatif elektriği film için üzerine yüklemeyi başarmış bir görünümdeydi. Pakistanlı Milky olarak önemli bir rolü olan Andrew Shim ise tüm Meadows filmlerinde görünmüş. Diğer genç oyuncular da Meadows tarafından çok iyi motive edildikleri belli bir biçimde oynamaktalar. Yakın zamanda Dead Man’s Shoes ile farkına vardığım Shane Meadows hadisesinin bendeki üçüncü ayağını oluşturuyor This Is England.. O filmden sonra saldırıya geçtiğim Meadows külliyatından sadece Once Upon A Time In The Midlands’i bulabilmiştim. Robert Carlyle, Rhys Ifans gibi hastası olduğum İngiliz oyuncuların varlığına rağmen çok sıkıcı bir filmdi. A Room For Romeo Brass’a ulaşma çabalarım ise tüm zorluklara karşın sürüyor. Ne olursa olsun, Meadows’un filmlerinde yarattığı bitkin-bıkkın İngiliz kara bulutları altında yaşayan anlatım gücünü seviyorum. Kalemi, kamerası, fikirleri ve uygulamalarıyla, basit kaçabilecek övgülerden çok daha fazlasını hak eden bir yönetmen. This Is England bir Shane Meadows filmi!..
Osman Danacıoğlu
odanac@gmail.com