2 – Taris, Champion de Natation (1931) / 10 Dakika
3 – Zero for Conduct (1933) / 41 Dakika
4 – L’Atalante (1934) / 89 Dakika
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı,
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür.
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
– Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
– Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbinedir.
(Ece Ayhan / Meçhul Öğrenci Anıtı)
1.Dünya Savaşı sonrasında, Fransa galip devletler arasında yer alsa da savaşta en çok zayiata uğrayan devletlerin de başında geliyordu. Savaş, bütün Avrupa’yı bir yıkıma sürüklemiş, insanlar açlık ve sefalet içinde karmaşık bir toplumun ortasında kaderleriyle baş başa bırakılmıştı. Sessiz sinemanın yeni yeni filizlendiği ve sinemanın etkinliğinin yavaş yavaş hissedildiği böylesi zor bir dönemde, içinde yaşadıkları toplumu ve insanların karmaşık ruh hallerini göstermek isteyen sanatçılar da birçok yeni akımın oluşmasını sağladı. Savaşta en çok yıkıma uğrayan ülke olan Almanya’da, savaş sonrasında Alman halkının duygularını dışa vuran Alman Ekspresyonist sineması böyle bir dönemde ortaya çıktı. Bu akımdan sonra, iki dünya savaşı arasında çıkan, bir anlamda da 2.Dünya Savaşı’na giden dönemdeki insanların ruh hallerini dışa vuran, sesli sinemanın imkanlarından yararlanarak daha duyarlı ve bütünsel bir bakış açısıyla hem dönemini hem de dönemin insanlık hallerini resmeden Şiirsel Gerçekçilik akımı doğdu. Bu akımdan önce de sinemada ismini duyuran Julien Duvivier ve Marcel L’Herbier ile birlikte, bunlara yeni katılan Marcel Carne ve Jean Vigo ile birlikte nitelikli örnekler vermeye başlayan akım; kendinden önceki melodram ve komedi öğelerini merkezine almasa da bunlardan yararlanan, gerçekliğin etkisini sürekli hissettirmesine rağmen şiirsel bir ahenk de yakalamayı başaran birbirinden önemli örnekler vermeyi başardı.
Bu dönemde sinema yeni yeni ilgi duyulan bir alan olduğu için içindekileri ortaya dökme, paylaşma ve bunları bir sanat biçimi haline getirmenin başlıca odak noktası haline geldi. Bu yüzden edebiyatçıların, ressamların ve aydınların sinema sanatına eğildiğini görmek mümkün. Farklı disiplinlerden önemli ve başarılı isimlerin girişleriyle kısa sürede önemli bir atılım yapan sinema, Jean Vigo için de kendini anlatmada başvurduğu bir araçtı. O yıllarda sinema okulları olmadığı ve sinema sanatı geniş kitlelere yayılmadığı için, sinemaya ilk olarak fotoğrafçılıkla başlayarak, kendi gördüğü Fransa’yı resmetmeye koyuldu. Bu faaliyetini, tedavi olmak için gittiği Nice şehri üzerine çektiği, ilk kısa filmi “A Propos de Nice” (Nice Hakkında) ile bir adım öteye geçirerek sinemaya da ilk adımını atmış oldu.
Vigo, yaşadığı kenti, panaromik çekimlerle yan yana dizilmiş yapıların ve onların sahille kesiştiği kıyı kordonunu peliküle aktarır. Nice şehrine yukarıdan bakışla, şehrin kara ve deniz arasındaki şiirsel uyumunu gösterdikten sonra, kamerasını şehre ve şehirde yaşayan insanlara yöneltir. Tarihi yapılar, zengin insanlar, sıradan şehir yaşantısı, kentteki karnavalın yarattığı cümbüş, savaşın etkileri, yaralanmış çocuklar, sefalet içindeki insanlar, tutkunun tezahürü şeklinde kendini gösteren erotizm ve insanları maskelerinden arındıran, onları olduğu gibi resmeden çıplak bedenler… Bütün bunları Jean Vigo kamerasına alırken, bu ilk kısa metrajında babasının da etkileri hissedilir. Özellikle şehrin devinimini ve insanların coşkusunu yansıtırken, bunların arka planında kalan sefil ve yaralı insanlara bakışı, kapitalizme ve savaş karşıtlığına yapılan vurgular hep babasından aldığı mirasın etkileridir. Kendine ait bir armoniye sahip olan, zıtlıklardan yarattığı uyumlu ve gerçekçi görüntüler ile baş döndürücü derece de güzel kısa filmden sonra, Vigo sipariş bir projeyle Fransız dünya şampiyonu yüzücü Jean Taris’in yüzüş tekniğini anlattığı on dakikalık belgesel çalışması “Taris, Roi de L’eau”yu (Taris, Suyun Kralı) çeker. Bu belgeselin Vigo’ya etkisi, su altında yaptığı çekimlerde kazandığı deneyimler olur. Burada kazandığı deneyimleri son filmi L’Atalante’deki bazı sahnelerde de gözlemlemek mümkündür.
Özgürlük ya da ölüm!
Bayrağımız yükselmeli.
Yarın sağlam duracağız.
Çürümüş eski kitaplar, konserve kutuları ve pis kokulu botlarla savaşacağız.
(Zero for Conduct)
İki kısadan sonra Vigo, “Zéro de Conduite”i (Hal ve Gidiş Sıfır) çeker. Baskıcı öğretim kurumlarının, yetimhanede kalan çocukları zaptetmek için uyguladığı yöntemlerle birlikte, genel olarak hem hükümetin hem de toplumdaki bütün baskıcı kurumların eleştirildiği, aynı zamanda içinde barındırdığı söylemlerle anarşist yanı da bulunan bu film, Vigo’nun içinde bulunduğu topluma karşı ilk büyük tepkisidir. Çocuklara hal ve gidişattan dolayı sıfır veren kalıplaşmış değer yargıları, aslında bizzat kendileri hal ve gidişattan sınıfta kalır.
Nietzsche’nin dediği gibi, “Eğer sizi kimse dinlemiyorsa, bağırmak en doğal şeydir!” sözüne uygun bir biçimde, Vigo da ilk çıkış filmiyle adeta haykırır. Onun bu sesini duyan hükümet, filmi sansürlemekte gecikmez. Film, yukarıda da alıntıladığım, çocukların kendilerini idare eden zorba yöneticilere karşı hazırladığı manifesto ve hemen akabinde çatıya çıkarak hükümet görevlisi gibi giyinmiş otoriter büyüklere fırlattıkları kiremitler ile bir anda sansür kurumunun odak noktası haline gelir. Ahlaki değerlerin, yerleşik toplumsal kalıplar ve sınıflar tarafından çocuklara karşı kullanılacak birer cezai yöntem olamayacağını vurgulayan Vigo; filmde otoriteyi temsil eden karakterleri sürekli gülünç durumlara düşürerek aslında, bütün bu sistemin ne kadar gülünç olduğunu da gözler önüne sermektedir.
Sansürle başı ağrıyan Vigo, bu filmin aldığı kötü tepkilere karşı “L’Atalante”yi (Atalante) çeker. Yine çekirdek kadrosuyla çalışan yönetmen, bu sefer sıradan ve basit bir hikaye anlatır. Son filmi olan L’Atalante’de, filme ismini de veren gemide yolculuk yapan bir grup insanın yaşadıkları yansıtılırken, içinde hem melodram öğeleri hem de mizah yaygın biçimde kullanılır. Paris şehrinde geçen sahnelerde, Paris’in şaşaasının dışında, şehrin arka sokaklarında sefalet içindeki yaşamı da ekrana yansıtırken, finaliyle de Marcel Carne’nin hüzünlü ve şiirsel filmlerini hatırlatır. Bir taraf birbirini bulmanın verdiği sevinçle mutlu olurken, diğer taraf umutsuzluk içinde sonunu hazırlamıştır. Karanlıkta yapılan çekimler, dalgaların üzerine vuran ışıkların oluşturduğu olağanüstü görüntüler, gerçeküstü öğelerin yerli yerinde kullanılışı, filmin müzikleri ve oyunculuklarıyla tamamlanır.
1.Dünya Savaşı ile birlikte insanlık için hümanizm ve Rönesans’ın temelinde yükselen, yavaş yavaş sanayileşen ama yine de bu değerlere bir yönüyle de sahip çıkan bir bilinç yerle bir edildi. Bu savaştan sonra hızla bir sanayileşme ve modernleşme dönemine giren insanoğlunun içine düştüğü maddi ve manevi zorlukları, ikilemleri, değişen gündelik hayatın ölçütlerini de yansıtan Şiirsel Gerçekçilik akımını, bana kalırsa en büyük gücünü de bu değişen gerçekliği herkesten önce kavramasına ve yansıtmasına borçlu. Marcel Carne ile birlikte Jean Vigo’da, filmlerinde sinemanın çok ötesine geçerek, bugün bile izlediğimizde her karesiyle insanı çarpan, gerçekleri eleştirel bir bakış açısıyla anlatmalarına rağmen, zaman ve mekanı çoktan aşmış, bilinen anlamıyla gerçekliği, düşünsel anlamda yeniden üretmeyi başarmış filmler yönetirler. Filmlerindeki mekanlara yaklaşımları, aralara serpiştirdikleri gerçeküstü öğeler, komedi ve romantizmin dengeli birlikteliği, karanlıkla aydınlığın uyumu, kendi coşkularını, insanların ve çocukların yüzlerinde buluşları ve filmlerine yansıttıkları inanılmaz enerji ve ruhani etkiyle, ismini kendileri vermese de yarattıkları akımı az ama öz bir şekilde duyurmayı başarmışlardır.
Jean Vigo’nun sineması çok kişiseldir. En azından çıkış noktası öyledir. Hapishanede ölen -belki de öldürülen- anarşist bir babanın çocuğudur. Babası öldüğünde henüz 12 yaşındadır. Küçük yaşında başına gelen bu trajedinin etkisini tüm hayatında hisseden Vigo’nun içinde yaşadığı kurallarla ve kalıplarla dolu bu toplumla daha küçük yaşında tanıştığını göz önüne alırsak, onun filmlerindeki anarşist ve başkaldıran, hatta Hal ve Gidiş Sıfır’daki manifesto ile kendini gösteren bu asi tavrını daha net anlayabiliriz. Vigo’nun sineması, bu ders verici ve zorlayıcı, çocukların kimliklerini şiddetle şekillendirmeye çalışan, halktan kopuk yaşayan insanlara yönelik bir başkaldırı niteliğindedir. 1.Dünya Savaşı’ndan sonra artarak devam eden bu anlayışa karşı, Vigo safını çocuklardan ve özgürlüklerden yana tutar. Onun şiirsellikten beslenmesinin başlıca nedeni de şiirin özgürleştirici söylemidir. Bu özgürleştirici söylemi, ünlü Sovyet sinemacı ve kuramcı Dziga Vertov’un kardeşi olan, görüntü yönetmeni Boris Kaufman’ın görüntü ve sesin inanılmaz uyumunu yakaladığı kareleri ile filmlerinde dışa vurmayı beceren Vigo; bu sayede ismini koymasa da filmlerinde hem gerçekliği anlatır hem de görsel-işitsel ve düşünsel anlamda bir şiirsellik yakalar. Onun sinemasını özetleyen en güzel sözcükler, duruluk ve dengedir. Hem toplumsal karmaşıklığı ve mekansal yeniden üretimi damıtarak sunar. Hem de bu sunumunda melodramın abartısından kaçınarak, insani coşkulara yer verir. Tıpkı Hal ve Gidiş Sıfır’ın unutulmaz final sahnesi gibi… Sinemasını bu sade ve dengeli yapı üzerine kuran Vigo için kullandığı mekanlar da filmlerinde birer oyuncu kadar önemlidir. Hal ve Gidiş Sıfır’ın yetimhanesi, Atalante filmindeki Atalante gemisi, Nice Hakkında belgeselindeki Nice şehri gibi mekanlar, hep filmlerine nüfuz eden, işlevsellik kazanan unsurlardır. Özellikle Nice Hakkında isimli kısa filminde, filmin başrol oyuncusu başlı başına bir şehirdir. Vigo, bu şehri tanımada ve perdede sunmada bir göz rolündedir. Atalante’deki daracık mekanlar, sürekli etrafta dolanan kediler, müzik aletlerinden çıkan melodiler de başroldeki kahramanları kadar filme etki yapan öğelerdir. Araç ve amaç birlikteliğini çok iyi sezinleyen, “Vigo’nun Çetesi” olarak da anılan bir grup sinemacının hayata bütünsel ve coşku dolu bakışlarını, bu filmlerin her karesinde gözlemlemek mümkündür. Genç ve fikirleri olan, düşündüklerini de sinemayla açıklamaya çalışan bu insanların, sürekli değişen ruh halleri de filmlerin çeşitli sahnelerinde kendini belli eder. Aniden kavuşan sevgililer, birden bire başlayan dans sahneleri, süreksiz gerçeküstü görüntülerin insana verdiği şaşkınlık hali, gece denizde dalgalar üzerine yansıyan ayın oluşturduğu romantik görüntüler… Bütün bunlar, bu sinemanın başlangıçta hedefi evrensel olmasa da, nasıl kişiselden başlayarak evrensele doğru yol aldığını belgelemektedirler. Eleştiriyi gerçeklikten ayırmadan, gerçekliği de şiirsellikle birleştirerek ekrana yansıtmayı başaran Vigo, beş yıllık sinema kariyerinde belki çok verimli olamadı. Ama vizyon sahibi ve duyarlı bir insanın sesini duyurması için, çekmiş olduğu ikisi kısa toplam dört film yetti. Anlatacak derdi ve özgün söylemi olanlara vermiş olduğu ilham ve despot yönetimleri sürekli yererek, özgürlüğe ve insanlığa olan inancı ile bugün sinemanın ölümsüz yüzleri arasına çoktan girdi Vigo. Yazıyı, Türkiye’de onu en iyi anlayanların başında gelen Ece Ayhan’ın birkaç dizesiyle bitirmekte fayda var.
Hayattan ders veriyor diye öğretmenleri kızdıran
Tuzu bir bulmuş çocukları saklamadan güldüren dünyaya
Su kaçırmaz bir eşeğin sesine açıktır penceresi
Bir sınıfın, batı son dersinde, kuşluk vakti
Meşeler yapraklanınca bir tuhaf olurlar işte
Koparılmış kürt çiçekleri, hatırlayarak amcalarını
Azınlıkta oldukları bir okulda bile, sorarlar soru
Neden feriklerin ve eşeklerin memeleri vardır?
(Ece Ayhan / Açık Atlas)
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com