Belgesel ve kısa film çalışmalarından sonra ilk uzun metrajını çeken Selim Evci, İki Çizgi’de metropol yaşamında birbirine yabancılaşan ama bu yabancılaşmanın farkında olmayan bir çiftin yaşamını ekrana taşıyor. Kent yaşamında pek çok modern çiftin muzdarip olduğu sorunlu bir ilişkiyi, tarafların kendi kendileriyle olan çatışmalarını da es geçmeden yansıtan film, ayrıca insan ve doğayla olan çatışmaya da vurgusunu yapıyor. Bütün bu çatışma alanlarının ortasında ise bir yolculuk hikayesi ve birbiriyle bir türlü birleşemeyen iki paralel çizginin öyküsünü sunuyor bizlere.
Filmin hemen açılışında, yönetmen bizleri bir tiyatro oyununa götürüyor. Sahnede bir çift var ve bu çift, ilişkilerindeki gerçeklerin farkına varıyor. Selim Evci, filmin hemen açılışında modern yaşamdaki ilişkilere yönelik bakış açısını izleyicilere açık ediyor. Bir tiyatro oyunu gibi yaşanan ilişkilerin yapmacıklığını izleyicilerle paylaşıyor. Sonra da İki Çizgi’nin iki ana karakterinin birbirlerine teğet geçen yaşamlarına uzanıyor. Aynı evde yaşayan ve ayna yatakta yatan çiftin, bu iki eylemi dışında neredeyse hiçbir benzerlikleri yok aslında. Birisi klasik müzik dinliyor, diğeri rock müzikten hoşlanıyor. Biri piyano çalıyor, diğeri fotoğraf çekiyor. Biri kendini kırmızı odaya hapsediyor, diğeri bilgisayar karşısında vakit öldürüyor. Aynı evde yaşamalarına rağmen, aslında aynı yatağı paylaşmak dışında herhangi bir paylaşımları yok. Onları birleştiren ender fiziksel mekanlardan biri olan yatak ve çiftin sevişmeleri de bu yüzden filmde önemli bir yer tutuyor. Cinsel birleşmeleri dışında, hayatın hiçbir alanında birlik olamayan çiftin yaşamlarındaki farklılıklar ise bir yolculukla ortaya çıkıyor. Fiziksel yolculuk bir süre sonra içsel yolculuğa dönüşüyor ve ne fiziksel mesafenin ne de gidilecek yerin bir önemi kalmıyor.
Venedik’teki gösterimlerinden sonra İtalyan eleştirmenler tarafından Antonionivari olarak yorumlanan İki Çizgi, modern yaşamda yabancılaşmış bir çiftin hayatını bir yol filmi formatında vermesiyle ilk elden ister istemez haklı bir şekilde Antonioni’yi çağrıştırsa da, filmin bir Antonioni filmi kadar sağlam bir alt metni ve simgeselliği yok. İki Çizgi o yolun henüz başında olan bir yönetmenin kendinden emin bir şekilde attığı ilk adım. Sadece kısa filmler ve belgeseller yönetmeyen, bu konularda dersler de veren yönetmen Selim Evci, aynı zamanda bütün bu birikimlerin kendisine vermiş olduğu tecrübeyle ilk filmine de çok hakim görünüyor. Evci, filmin üretim aşamasının neredeyse her alanında görev yapmasına rağmen çok duru bir filme imza atıyor. Filmini fazlalıklardan arındırmayı başarıyor. Konusuyla bütünlük sağlayan minimalist bir dil yakalayan Evci, aslında riskli bir tercih olmasına karşın filmde kullandığı müziklerle de karakterlerini tamamlıyor. Karakterlerinin ayrıksılığını dinledikleri müziklerle açık eden yönetmen, filmin genelinde de atmosferi müziğin tonlarıyla ayarlıyor.
İki Çizgi pek çok insana aşina gelebilecek çatışma alanlarına vurguda bulunurken, modern metropollerde yaşamaya çalışan insanların sorunlarına da göndermede bulunuyor. İnsan kalabalığını taşıyacak durumu kalmayan, her yanıyla yozlaşmaya ve yabancılaşmaya teslim olmuş bir kentin içinde yaşamaya ve bu yıpratıcı hayat şartlarına karşın ayakta durmaya çalışan bireylerin çıkmazlarına da kamerasını usulca uzatıyor. Evci’nin kamerası Selin ve Mert’in ilişkisi üzerinden, seyircilerin günlük yaşamlarında sıkça karşılaştıkları durumları betimliyor aslında. Yönetmenin değimiyle, doğum ve ölümü birer çizgi olarak düşünürsek; İki Çizgi’de o iki büyük çizginin arasına sıkışanları anlatıyor. Kent yaşamında sıkışmış ve sürekli kendisiyle ve karşısındakiyle hepsinden de önemlisi yaşadığı çevreyle çatışan ve bu çatışma sonrasında kendisini sürekli yeni biçimlerle ifade etmeye uğraşan kadın ve erkeğin hikayesini sunuyor bizlere… Yeni bir şey anlatmıyor, zira yaşananlara ayna tutuyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com