Önceleri sanat yönetmenliği ve senaristlik yaparak başladığı sinema hayatında, yönetmenlik koltuğuna oturduğu ilk film, 1926 tarihli “Pleasure Garden” (Zevk Bahçesi) adlı yapım olacaktır. Bu tarihten itibaren, son filmi olan 1976 yapımı “Family Plot”a dek, elli yıllık bir zaman dilimine inanılmaz bir üretkenlikle elliden fazla film sığdıran Hitchcock’un sineması, kabaca İngiltere dönemi ve Hollywood dönemi olmak üzere ikiye ayrılır.
Usta yönetmenin İngiltere döneminin ilk göze çarpan filmleri, 1927 yapımı “The Lodger” (Kiracı) ile hem Hitchcock filmografisinin, hem de genel olarak İngiliz sinemasının ilk sesli filmi olan 1929 yapımı “Blackmail” (Şantaj) olur. Bu filmlerin ardından 30’lu yıllar boyunca her filminde türlü çeşitli kurgu oyunlarıyla yönetmenlik yeteneğini biraz daha geliştiren Hitchcock bu dönemde, işlemediği bir cinayet yüzünden başı belaya giren masum bir adamın hikayesini anlatan “39 Steps” (39 Basamak) ve bir tren yolculuğu sırasında baş karakterin yanında oturan yaşlı kadının kaybolması üzerine gelişen olayları anlatan “The Lady Vanishes” (Bir Kadın Kayboldu) gibi başyapıtlarla Hollywood’un da dikkatini çekmiştir.
1940 yılında ünlü yapımcı David O.Selznick’in teklifi üzerine Amerika’ya giden Hitchcock, burada çektiği ilk film olan “Rebecca” ile, Hollywood’a adımını atar atmaz, ilk oscar adaylığını da kazanır. Ancak ne bu film ne de sonraki yıllarda yöneteceği sayısız başyapıt Hitchcock’a bu büyük ödülü kazandıramayacak, usta yönetmen 1944 yılında “Lifeboat”, 1945’te “Spellbound”, 1954’te “Rear Window” ve 1961’de “Psycho” filmleriyle yine sadece adaylıkta kalacaktır.
Kariyeri boyunca, dörder filmle James Stewart ve Cary Grant başta olmak üzere, Montgomery Clift, Gregory Peck, Henry Fonda, Joseph Cotten… gibi kendi dönemlerinin en önemli aktörleriyle birlikte çalışan Alfred Hitchcock, aktris seçimi konusunda ise tercihini genellikle sarışınlardan yana kullanmıştır. 1954 yapımı “Dial M for Murder” (Cinayet Var) filmi için, aradığı ışığı o tarihten itibaren “en ünlü Hitchcock sarışını” olarak hatırlanacak olan sinema tarihinin en güzel yıldızlarından Grace Kelly’de bulan Hitchcock, aynı yıl içinde “Rear Window” ve “To Catch a Thief” filmlerinin başrolünde de Grace Kelly’i kullanmıştır. Ne var ki güzel yıldızın, prensesliği, sinema kariyerine tercih edip, Monaco Prensi Rainier ile evlenerek sanat yaşamına erken vedası, belki de uzun yıllar boyunca sürecek bir yönetmen-aktris ortaklığının sadece üç filmle sınırlı kalmasını sağlamıştır.
Filmografisi daha çok mizahi yanı hiç de yabana atılmayacak gerilim sineması türünde filmlerden oluşsa da, zaman zaman ipin ucunu kaçırarak, “Psycho” ya da “Birds” gibi dönemin seyircilerini çığlık çığlığa salonlardan kaçıran dehşetengiz filmlere de imza atması yüzünden, sinema tarihinin en çok korkutan yönetmeni olarak da bilinen Hitchcock, konu olaraksa filmlerinin büyük çoğunluğunda, yanlışlıkla başı belaya giren masum insanların hikayelerini anlatmıştır. Filmlerinde doğaüstü olaylara ya da insanüstü kahramanlara yer vermekten kaçınan, bunun yerine özellikle seyircinin kendisiyle özdeşleştirebileceği kahramanların hikayelerini tercih eden Hitchcock, çok fazla gerçekçi hikayelerden de uzak durarak, “sıradan insanların içine düştüğü sıradışı maceralar” şeklinde bir formülle özetlenebilecek sayısız klasikle sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmıştır.
Latif Güven
bob.leflambeur@mynet.com