Geleneksel After Dark Horrorfest: 8 Films to Die For şenliklerinin 4. senesi bünyesinde yer alan İngiliz yapımı Dread, genel olarak elindeki zengin malzemeyi tam kapasite sunmakta bocalayan bir film. Özel olarak ise hareket noktası, birkaç çarpıcı sahnesi, yaratılan karakterler ve onları canlandıran yetenekli genç oyuncu kadrosu ile kusurlarını kapatma yönünde kozları var. O kozlar seyirci üzerinde ne derece etkili olur bilinmez. Fakat tanıdık gelmesine rağmen konu olarak iyi bir çıkış aldıktan sonra o konuyu dallandırıp budaklandıran, bu sayede filmi gerçekten ihtiyaç duyulan bir ana fikirden ziyade birbiriyle dolaylı-dolaysız alâkalı fikirler karışıklığında boğan senaryo filmi zora koşuyor.
İnsanlara en büyük korkularını anlattırıp onları kendi rızalarıyla kameraya alan üç gencin kendi korkularını da paralel biçimde ele alan Dread, bir süre gayet iyi götürdüğü bu tavrını, içlerinden birinin bu akademik çalışmayı kendi sapkın emellerine alet etmeye başlamasıyla başka bir şeye dönüşüyor. Bu tavıra da alışmaya başlamışken finale doğru İnsanların en büyük korkularını merak etmek, yerini ölüm korkusuna bırakıyor. Geçmiş travmaların hortlatılması suretiyle korkularla yüzleşme/yüzleştirme süreci kontrolden çıkıp tehlikeli testlere ve ölüm oyunlarına bürününce hedef saptırılıyor. Aslında görünürde fazla bir acemilik sezilmiyor. Kontrolden çıkışa doğru giden yola hazırlayışı, o çıkışı trajikleştiren finali, hatta dehşet verici bir son sahnesi olan film, sırf genele yayılmış kafa karışıklığı yüzünden doksana giden bir top olmak yerine direkten dönüyor. Clive Barker’ın aynı adlı kısa öyküsünü kendi kafasına göre uzatan Anthony DiBlasi ilk yönetmenliğinde kasvetli ve ürpertici bir atmosfer yaratarak çok iyi bir görsellik yakalarken, aynı başarıyı işte bu uzatma noktasında gösteremiyor. Oysa benzer bir uzatmayı bazı eksikliklerine rağmen yine Barker madeninden çıkma The Midnight Meat Train ile Ryûhei Kitamura başarabilmişti bana göre. (O filmde Anthony DiBlasi’nin de adı teknik yapımcılar arasında geçiyordu.)
Yüzünden bacağına kadar vücudunun sağ yarısı ürkütücü bir doğum lekesiyle kaplı Abby’nin, küçükken ailesi gözleri önünde katledilen Quaid’in (klişe de olsa DiBlasi’nin sağladığı çarpıcı görsellikle) ve onlar gibi küçük hikâyeleri ile filme dahil olan diğerlerinin varlığı ne kadar ilginçse, genel yapıya konumlandırılışları da o kadar istikrarsız. Benim için en iyi olanı sona sakladım. Cheryl karakterinin tâbi tutulduğu test bölümü, filmin tüm ilginçliklerini ve pozitif yönlerini gölgede bırakacak cinstendi. Uzun süre unutamayacağım bu olağanüstü bölüm, Haute Tension, Martyrs, Frontière(s) ve À l’intérieur gibi Fransız hücumlarına Eden Lake ile birlikte İngiltere’den verilen cevap olabilecek iken o direkten dönüşe maruz kalan Dread’in kendisinden bile beklenmeyen dram/trajedi zirvesiydi adeta. Başka beklenmedik güçte sahneleri de olmasına rağmen sırf o bölümle bile Anthony DiBlasi’nin geleceği ümitli görünüyor diyebiliriz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com