Hundstage: Çağımıza bir bakış…
Her ülkenin sanatı o ülkede yaşayan insanlardan, yaşanan toplumsal olaylardan ve ülkeyi oluşturan çeşitli grupların ve bireylerin dünya görüşlerinden beslenir. Bu, bir anlamda içinde yaşanılan çağın da getirdiği karşılıklı bir ilişkidir. İnsanlar bir yandan yaşadıkları çağı değiştirip her şeyi bu çağın gereklerine uydururken; öte yandan da oluşan yeni yönelimlere göre kendi varoluşlarını şekillendirirler. Her yeni çağ beraberinde bir bunalımı da getirir. Çağın gereklerine uyum sağlamaya çalışan insan, varoluşunun gereklerini de yeniden gözden geçirmeye zorlanır.
Uzun yıllar varlığını korumuş çok uluslu ve çok kültürlü bir imparatorluktan küçülerek ve yıkılarak bugünkü haline gelen Avusturya’nın kolektif belleğinde kısa bir gezintiye çıkacak olursak; bireyin çağa ayak durmada yaşadığı bunalımları da yakından gözlemleme fırsatını elde edebiliriz. Milliyetçilik dalgasının Avrupa’yı değiştirdiği dönemde, bir de sınırları içindeki farklı dinlerin kendi aralarındaki çatışmalardan nasibini alan Avusturya; savaştan sonra tarafsızlığını ilan etse de bu sefer de Stalinizm tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Sınırları içindeki halkın farklı din, dil ve ırka sahip oluşu, kimyası gereği demirperde ülkeleriyle arasındaki yakın bağ ve göbekten akraba olduğu Almanya’nın savaş sonrası “angst”a teslimiyeti Avusturya’nın bugünlere gelişinde kolektif belleğine kazınan önemli değişimlerden sadece birkaçıdır.
Günümüzde insanları hayrete düşürecek pek çok yüz kızartıcı olaya ev sahipliği yapması nedeniyle insanların aşina olduğu Avusturya; çürümenin, yozlaşmanın ve yabancılaşmanın belki de en çok yaşandığı ülkelerden biridir. Geçmişin ağır mirası, ülke içinde uzun yıllardır süren travmatik içsel çatışmalar, savaştan sonra sürgün edildikleri topraklardan geri dönen ve döndüklerinde de savaş sonrasının kapkara dünyasını eserlerinde dile getiren sanatçılar günümüzün Avusturya’sını anlamak ve anlamlandırmak için bizlere önemli ipuçları verir. Yaşanan negatif değişimin krallık geleneğinden, toplumun yerleşik normlarından, dinsel dogmalardan ve hepsinden önemlisi yaşadığımız çağın en belirgin duygusu olan “kaygı”dan kurtulmak amaçlı yaşandığını da kafamızın bir yerine not etmekte fayda var. Ancak bu şekilde psikanalitik bir yolla Herman Hesse’nin alegorisini yaptığı “kusursuz” günümüz insanı motifini anlayabiliriz. Onun zihninde yapacağımız yolculuk, onun her türlü aşırılıkların yaşandığı ve her aşırılığın aslında bir kaçış yolu olarak kullanıldığı günümüzün yabancılaşmış dünyasında bize yardımcı olacaktır.
gitmek zorundayız, çağrılmadan geliriz.
Ama konuşmak ve anlaşamamak,
ve bir an bile kavuşamayan ellerimiz,
yıkmakta bunca şeyi; kalıcı değiliz.
İlk adımlarımızı korkutur yabancı işaretler,
bir çarpı işareti parçalar bakışmaları,
istenen, yalnızlıklarda eriyip gitmemiz.
Çok Anlamlı Olabilirdi – Ingeborg Bachmann(1)
İletişimsizlik temeli üzerine yükselen yitip gitme duygusuna karşı böylesi bir hassasiyet ve karamsarlık ancak Ingeborg Bachmann gibi savaşa ve savaş sonrasının toplumuna yakından tanıklık etmiş olan bir şair tarafından dillendirilebilir. Avusturyalı şair korkunun, kaygının ve umutsuzluğun egemenliği altındaki toplumun en belirgin özelliklerine de işaret ediyor aynı zamanda: İletişimsizlik ve yabancılaşma… Hitler’in memleketindeki yaşanmış tarihin bilinçaltına bastırılışı ve unutuluşu yabancılaşmayı tetikleyen unsurlardan biri olurken; bu noktada bu temaları biraz daha açmak adına Michael Haneke sinemasını da sorgulamamız gerekiyor. Filmlerinde bastırılan, unutulan, yok sayılan, görmezden gelinen ve derinlere atılan her şeyi irdeleyen, kurcalayan ve bunları yüzeye çıkarmaya gayret eden Haneke; duygu ve düşüncelerini paylaşmayan, diyaloğa fazla girmeyen, çevresindeki insanlarla herhangi bir etkileşimi olmayan yabancılaşmış bireyleri merkezine alarak filmlerinde yabancılaşmayı ve iletişimsizliği sıklıkla vurguluyor. Bu temaları vurgularken, karakterlerini bireysel ve toplumsal olarak çeşitli sorgulama ve hesaplaşma süreçlerine dahil eden yönetmen, bu sayede insanların yüzleşemedikleri ve bastırdıkları duygu ve düşünceleri de insan psikolojisi üzerinden açığa çıkarıyor.
Haneke filmlerindeki karakterlerin yabancılaşmışlığı ve çevreleriyle olan iletişim eksikliği “Hundstage” filminde de pek çok açıdan benzerlikler taşıyor. Özellikle Haneke’nin Avusturya’nın Linz şehrinde çektiği ve bir ailenin tekdüze yaşam şeklini anlattığı “Yedinci Kıta” filmi bu anlamda “Hundstage” ile ortaklıklar taşıyor. Bir sanayi şehrinde yaşanan mekanik yaşamı, bir ailenin mekanikleşen düzeniyle gösteren ve aile fertlerinin birbirlerine olan yabancılaşmalarının dışında, yaşadıkları ülkeye olan yabancılığını da açık eden “Yedinci Kıta” filmi gibi, “Hundstage” filmindeki altı farklı ana karakter de kendilerine yabancılaşmalarının haricinde çevreleriyle de bir yabancılaşma içindeler. Filmde, eşlerin birbirleriye konuşmadığı, anne-kızın iletişiminin olmadığı, kadın-erkek arasındaki iletişimsizliğin ve sessizliğin yarattığı gerilimin şiddetle dışa vurulduğu, yalnızlığın cinsellikle geçici olarak giderildiği, tüketimin sadece meta düzeyinde değil hayatın her alanında ve ikili ilişkilerde de egemen olduğu bir toplum profili çiziliyor. Birbirine benzer evlerde birbirine benzer eylemlerde bulunan orta yaş ve üstü insanların şehrin mekanikliğine koşut bir şekilde ilerleyen tekdüze yaşamları, bir yerden sonra çözülmeye başlıyor. İçeride kalanlar dışarıya patlamalarla çıkmaya, adeta akmaya başlıyor. Dışarıdaki sıcak hava hem fiziksel olarak hem de metaforik biçimde karakterleri soyunmaya zorlarken; içe atılan ve bastırılan duygular da Haneke sinemasında olduğu gibi sıradan yok oluş hikayeleri eşliğinde dışarıya yansıtılıyor. Sırf diğer karakterlerin aksine çok konuştuğu ve insanlarla rahatça iletişime geçebildiği için öfkeli kalabalığın gazabına uğrayan bir kadın figürü, Haneke’nin “sıradanlaşan şiddet” eylemlerinde kurban rolünü oynayan karakterlerinin de bir izdüşümünü sunuyor. Karakterlerin geniş bahçeli şirin evleri, balkonda güneşlenmeleri, alışverişe çıkışları, yalnızlıklarını umarsızca cinsel ilişkilerde gidermeye çalışmaları, sessizliği şiddete başvurarak bozma çabaları bir süre sonra bizlere çağımızın iletişimsizlik ve yabancılaşma manzaralarının özetini yapıyor.
Geçmişten gelen kolektif bilinci reddeden, içsel iletişimi önemsemeyen ve çevresiyle ilişki kurmakta sorun yaşayan, modern refah toplumunun tüketici bireylerinin yaşamlarından manzaralar aktaran “Hundstage”; sürekli tüketmesine rağmen bir türlü tatmin olmayan ve duygusal açlığını kapatamayan bireylerin içine düştüğü çıkmazı da bizlere çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Bachmann’ın “tükenmekteyiz” vurgusunu haklı çıkarırcasına, bireylerin tükenmişliğini onları yavaş yavaş soyarak, anadan doğma bir şekilde önümüze getirerek gösteren film; bir yandan da şiddetin de artık sıradanlaştığını ve insanın duygularını aktarmada bir işlev taşır hale geldiğini anlatıyor. İletişimsizlik ve yabancılaşma çağında, şiddet de artık bir iletişim aracı halini alıyor ve taşıdığı marjinal anlamlardan da sıyrılıyor. Toplumu oluşturan bireyler ya şiddete maruz kalıyor ya da şiddetin uygulayıcısı oluyor. Kiminin maruz kaldığı şiddet, karakterindeki eksiklikler, geçmişinde yaşadığı travmatik deneyimler onun da ileride şiddetle kendisini ifade etmesine sebep oluyor. Bu da kısır bir döngüyü beraberinde getiriyor. Şiddet, iletişimsizliğin bir sonucuyken bir süre sonra yeni iletişim sorunlarının da başlamasına sebebiyet veriyor. Şiddetin bu kadar kanıksanması ve herkesin yaşadığı ve bir şekilde yaşattığı bir olgu halinde sunulması da onun toplumda yaygınlığını göstermenin haricinde, bireyin karakteriyle de ne denli bütünleştiğini vurguluyor. Bu noktada yeniden Haneke sinemasına dönerek, şiddetin ve gerçekliğin izleyiciye aktarılış tarzına değinmek gerekiyor. Estetiğin aşırılıkları bile birer tüketim ürününe dönüştürdüğüne inanan Haneke gibi, Ulrich Seidl de filminde şiddet ve cinsellik barındıran eylemleri birer tüketim ürününe dönüştürmemek adına estetikten uzak bir şekilde sunuyor. Mesafeli anlatımı ve uzun plan sekanslarıyla gerçeklik hissini arttıran yönetmen, özellikle aşırılıkları estetize etmekten ve karakterlerle seyirci arasında özdeşleşme sağlanmasından kaçınıyor.
“(…)büyük savaş, sanattaki büyük değişim, batı devletlerinin büyük yıkılışı. Köhne Avrupa’da yaşayan bizlere iyi olan, bize özgü olan her şey öldü. O güzelim aklımız çıldırıyor. Paramız kâğıt parçası artık. Makinelerimiz ise yalnızca kurşun atmakta. Sanatımız bir intihar. Çöküyoruz dostlar, bu apaçık ortada…”
Tüketim toplumu eleştirisini ele aldığı altı farklı karakterin yaşamlarından belli kesitler aracılığıyla yapan Seidl, bizleri çevresine ilgisini yitirmiş, kendisini anlamlandırmaktan uzak, içindeki huzursuzluğu cinsellik ya da şiddetle gidermeye çalışan bencil ve yalnız insanların yaşamlarına ortak ediyor. Haneke’nin yaptığı gibi karakterlerinin eksikliklerini tekdüze günlük yaşam faaliyetleri ve ruhsal yoksunluklara karşın maddesel bolluğu kamerasına alarak yapıyor. Ölen eşinin kendisinde yarattığı boşluğu kilerinde depoladığı yiyeceklerle, dolu alışveriş sepetleriyle ve yanında çalıştırdığı kadına ölen eşinin giysilerini giydirerek gidermeye çalışan yaşlı adamın yalnızlığı böylece daha kesif bir hal alıyor. İzleyici nezdinde kolayca fark edilen bu yalnızlık ve yoksunluk hali, karakterlerin mekanik düzenlerini ısrarlı bir şekilde devam ettirme isteğiyle daha da can acıtır bir noktaya geliyor. Her defasında yeniden psikolojik sorunları olan şiddete meyilli erkek arkadaşının arabasına geri dönen genç ve güzel kızın yaşadığı kısır döngü gibi “Hundstage” de bizlere iletişimsizlik, yabancılaşma, yalnızlık ve yoksunluk dolu günümüz dünyasında insanların yaşadıkları kısır döngüleri anlatıyor. Herman Hesse’nin kitabında bahsettiği çöküşten, çıldırıştan ve kabullenişten kareler sunuyor. Hesse kitabında çöküşün aynı zamanda yeniden doğuş için de bir işaret olduğunu vurguluyor. Tüketim kültürünün hegemonyasında günlük yaşantısı, kültürü ve varoluşu şekillendirilen ve yaşadığı çağa ayak uydurmakta her geçen gün daha da büyük sorunlar yaşayan modern insansa, bu çöküşün farkında olmaktan uzak olduğu sürece yeni kaçış yolları aramayı sürdürüyor. Haneke’nin Anna ve George’ları toplumun bütününe hakim olurken; Nietzsche’nin 100 yıl öncesinden duyurduğu décadance’ın önlenemez yükselişi de devam ediyor.
Kaynakça:
(1) Ingeborg Bachmann, Toplu Şiirler, Çevirmen: Ahmet Cemal, YKY, Mayıs 2004, S. 19
(2) Hermann Hesse, Klingsor’un Son Yazı, Çevirmen: İlknur Özdemir, YKY, Ocak 2008, S. 41
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com