Çavuşesku rejiminden kaçarak Fransa’ya sığınan Yahudi Romen yönetmen Radu Mihaileanu son filmi Paris’te Son Konser’de başkarakterleri aracılığıyla kendi kimliğini de sorgulama imkanı buluyor. Daha önce Hayat Treni’nde (Train of Life, 1998) 2. Dünya Savaşı zamanında bir toplama kampından kaçmaya çalışan bir grup Yahudi esirin hikayesiyle kökenlerine doğru bir yolculuğa çıkan yönetmen, bu sefer rejimin insanlarda yarattığı tahribatlara Bolşoy Filarmoni Orkestrası’nın Fransa’ya yaptığı eğlenceli bir yolculukla değinme imkanı yakalıyor.
Filmde her ne kadar karakterlerin rejimle sorun yaşadıkları ülke SSCB olarak geçse de, kuşkusuz yönetmen aslında filmdeki rejim aracılığıyla Çavuşesku rejimine de gönderme yapıyor. Bu yüzden, yönetmen Radu Mihaileanu’nun karakterlerinin yaşadığı kimlik sorununu ve o dönemin genel ruh halini anlamak için Romanya’nın yakın geçmişine kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır. Demirperde ülkelerinden biri olan ve komünizm döneminden kalma pek çok alışkanlığın hala ayakta kaldığı Romanya, 1989 yılında Çavuşesku’nun canlı yayınlara da yansıyan ölümüyle yeni bir döneme girer. Komünizmden sonra büyük bir hızla ülkeyi hegemonyası altına alan kapitalizmle birlikte ülkenin pek çok sorunu da ayyuka çıkar. Ülkedeki mevcut altyapının yetersizliği, işsizlik, yaşam şartlarının ağırlığı, fakirlik, umutsuzluk gibi daha pek çok sorun kapitalizmin gelişiyle birlikte daha da belirginleşir. Rejimden sonra o dönemden kalma yaşam alışkanlıklarıyla insanların yaşantılarını sürdürmeye gayret etmesi de yine yaşanan değişimin yarattığı bunalımın boyutlarını ortaya koyar. Esas sorun, aslında rejimin çökmesinden sonra ortaya çıkar. İnsanlar ne yapacaklarını nasıl davranacaklarını bilemez. Ortada tam bir kaos vardır ve bu durum insanlar için rejimden daha tehlikelidir. Rejimden sonra Romanya’da yaşayan, geçmişle şimdiyi sürekli karşılaştıran, kimlik ve aidiyet problemi olan ve işsizlikle boğuşan Yeni Romen Sineması’nın karakterleri aslında bir taraftan da ne yapacaklarını bilememenin getirdiği kargaşa içinde hayata tutunmaya çalışan ve bir şekilde rejimin yarattığı tahribatlarla da mücadele içinde olan karakterlerdir.
Paris’te Son Konser’in karakterleri de bu açıdan Yeni Romen Sineması’nda sıkça gördüğümüz; geçmişle problemlerini çözemeyen, yaşadığı çağa bir türlü ayak uyduramayan ve trajikomik durumlarla aidiyet sorunu gün yüzüne çıkan karakterlere benzer. Rejime karşı geldikleri için dağıtılan ünlü bir orkestranın yetenekli müzisyenleri aracılığıyla rejim zamanında yaşanan trajedilere değinen yönetmen, bu sayede bir taraftan da kendi mikrokosmozunu yaratma fırsatı yakalar. Bu mikrokosmoz sayesinde, alt metinde rejime yönelik de çok ciddi bir söylemi temellendirir. Orkestrayı dağıtan ve müzisyenleri bambaşka mesleklerde çalışmaya zorlayan rejim, toplumsal hayatı da orkestra gibi darmadağın eder.
Yönetmen Radu Mihaileanu, karakterlerinin yaşadığı kimlik sorununa ve alt metindeki eleştirel tavrına rağmen, klasik anlatı sinemasına yakınlığı ve grotesk anlatımıyla Yeni Romen Sineması’ndan ayrılır. Rejim yüzünden Fransa’ya yerleşmek zorunda kalan Radu Mihaileanu, filmlerinde dramatik anlatımın imkanlarından yararlanır. “Dramatik anlatımda, dar bir oyun süresi içine ‘yoğunlaştırılmış’ olan dram aksiyonu, genellikle son kerte eylem yüklüdür ve tümüyle sonuca yöneltilmiştir. Gelişen olaylar ve durumların tümü sona hizmet etmek için vardır. Oyun boyunca sonda çözülecek düğümler atılır.”(1) Hayat Treni ve Paris’te Son Konser filmlerinin hikayesini ve olay örgüsünü aklımıza getirdiğimizde, bu yapı bizlere çok tanıdık gelir. Mihaileanu, kısıtlı süresi içinde izleyenlere olan biteni çok, şenlikli bir macera vaat eder; ama bunun yanında öne çıkan karakterin hikayesi final anında seyirciyi etkileyerek, bir katharsis anı yaşatır. “(…) Dramatik anlatım çelişki ve çatışmalar, olayların çokluğu, değişimin sürekliliği ve duyguların şiddeti açısından ‘yoğun’ bir anlatım biçimidir. Çünkü ancak eylem ve sözlere dışa vurulabilecek kadar güçlenmiş duygu durumları anlatılabilmekte yoksa eyleme ve söze dökülmeyen, duygu ve niyetler açığa çıkamadan kalmaktadır.”(2) Mihaileanu’nun karakterleri ve cümbüşü eksik olmayan olay örgüsü dramatik anlatının formüllerine hizmet eder. Bu açıdan, Mihaileanu, sinemayı geçmişleriyle bir hesaplaşma olarak gören ve ülkelerinin içinde bulunduğu kimlik sorunu üzerinden filmlerinde rejim yıllarına olduğu kadar günümüze de vurgu yapan çağdaşı Romen yönetmenlerden farklı bir kulvarda ilerler. Mihaileanu da filmlerinde geçmişle hesaplaşır, ama onun filmlerindeki hesaplaşma dramatik anlatıdan güç alarak, bir tür oyun evreninde gerçekleşir. Onun oyun evrenini en iyi ifade eden sözcük; grotesktir. Grotesk bir anlatımla hem Yahudi geçmişine hem de rejim zamanı Romanya’sında yaşadıklarına ve o dönemin genel olarak ruh haline atıfta bulunur. Cristian Mungiu ya da Catalin Mitulescu gibi anlatımını tamamen kullandığı metaforlar üzerine kuran yönetmenlerin aksine, Mihaileanu’nun yarattığı grotesk dünya bizzat metaforun kendisi olur. Bu da aslında rejimi ifade etmek için gizli bir silahtır; çünkü rejim zaten başlı başına bir komedi üzerine kuruludur. Cristian Mungiu, Sight&Sound dergisine verdiği bir röportajda bu durumu şöyle özetler: “(Çavuşesku dönemindeki) İnsanların konuştuklarıyla gerçekten yaşananlar arasında büyük bir fark vardı.”(3) Mihaileanu, Yeni Romen Sineması içine dahil edilmese de, en azından rejimin temelindeki farklılığı, yani söylemle eylem arasındaki tezatlığı derinden yakalayan güçlü sezgisi ve bu tezatlığı grotesk bir dille kullanmaktan çekinmeyen cesur duruşuyla bir anlamda çağdaşı Romen yönetmenleri de takip eder. Farklı bir anlatım şekli benimsemesine rağmen, benzer sorunları kendisine dert edinir.
Kaynakça:
(1) Ayşen Oluk, Klasik Anlatı Sineması, Hayalet Kitap, 2008, s.35
(2) a.g.e, s.35-36
(3) http://www.bfi.org.uk/sightandsound/exclusive/cristian_mungiu.php
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com