Ana sayfa Serbest Documentarist Belgesel Günleri 2010

Documentarist Belgesel Günleri 2010

1418
0

Documenterist Belgesel Günleri 2010

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Documentarist Belgesel Günleri’nde birbirinden önemli pek çok belgesel gösterildi. Geçen yıllara oranla bu yıl çıtasını daha da yükselten Documentarist’te özellikle dikkat çeken bölümler ise Alain Resnais ve Robert Hessens’in birlikte yönettiği Guernica (1950) ve Michael Glawogger’in Megakentler (Megacities, 1998) belgesellerinin de gösterildiği “Kent ve Sinema”, Martin Marecek’in Auto*Mat (2009) ve Güney Koreli Bong-Nam Park’ın yönettiği Demir Kargalar (Iron Crows, 2009) belgesellerinin yer aldığı “Kapitalizm Çıkmazı” ve Norman Finkelstein’in hayatının anlatıldığı Amerikan Radikali: Norman Finkelstein Davaları’yla (American Radical: The Trials of Norman Finkelstein, 2009) Eyal Sivan’ın yönettiği Yafa, Portakalın Otomatiği (Jaffa, The Orange’s Clockwork, 2009) belgesellerinin bulunduğu “Ortadoğu’nun Fay Hattı: Filistin-İsrail” bölümleriydi.

“Kent ve Sinema”

Özellikle ‘kentsel dönüşüm’ adı altında şu günlerde İstanbul şehri de sistematik bir şekilde tecavüze uğrarken, Documentarist’in “Kent ve Sinema” başlığı dikkate değerdi. Dünyanın pek çok metropolünün uğradığı dönüşümü, insanların yaşadığı sefaleti ve yöneticilerin vurdumduymazlığını belgesellerde görmek sarsıcıydı. Fakat bir yandan da üzerine düşünülüp ders çıkarılması gereken noktaları da hatırlatarak bizlere bir ibret hikayesi sunuyordu. Bu bölümde gösterilen Danimarka yapımı dört belgesellik bir seri bizi dünyanın farklı coğrafyalarında farklı sorunlarla yüz yüze getiriyordu. Serinin ilk belgeseli olan Bogota’da Değişim (Cities On Speed: Bogota Change, 2009), Kolombiya’daki neredeyse mucizevi bir kentsel dönüşüm projesini ve şehir planlamacılığının önemini anlatıyordu. İkinci bölümde, Kahire Çöplüğü (Cities on Speed: Cairo Garbage, 2009) belgeseliyle dünyanın en kalabalık kentlerinden biri olan Kahire’deki çöp sorununa ortak olurken, burada da Kolombiya örneğinin tam tersini görüyorduk. ‘Bir şehir nasıl kötü yönetilir’ sorusunun dışında, belgeselde ülkelerin alışkanlıklarının şehir planlamasında gözardı edilemeyeceği gerçeği de ortaya çıkıyordu. Aynı örneği Mumbay’da Hatlar Kesik (Cities on Speed: Mumbai Disconnected) belgeselinde de görmek mümkündü. Şehir nüfusu büyüdükçe yeni yapılar inşa etmenin çözümden çok sorun yarattığı Mumbay’da çok net bir şekilde gözüküyordu. Şanghay’da Yer Yok! (Cities on Speed: Shanghai Space, 1998) belgeselinde ise, bir adamın büyüme süreciyle bir şehrin gelişim süreci koşut bir şekilde ekrana getirilerek, hem nostaljik hem de duygusal bir bakış açısı yakalanıyordu. Modern şehir planlamacılığında, sürekli diklemesine giden gökdelenvari yeni binalar yapıldığı ve nüfuz arttıkça binalara ek katlar çıkıldığı anlatılıyordu. Buna karşılık belgeselde, artık yerüstüne binalar dikmektense yeraltında da yaşama yerleri kurulabileceği; insan, yaşam, sanat ve dekorasyon bağlamında buna yeni çözümler üretilebileceği fikri de tartışmaya açılıyordu. Bilimkurgu filmlerini andıran maket şehirleri ve kağıt üzerinde günlük gülistanlık gözüken koca yer altı kentleri yakın gelecekte hayata geçirilir mi bilinmez, ama hiç değilse Şangay’ın şehir planlamacılığında yeni çözüm önerileri üretme çabası takdire şayandı.

Megakentler

Hem bölümün hem de genel olarak programın en hoşuma giden belgeseli, bugün artık rüştünü ispat etmiş bir yönetmen olan Avusturyalı Michael Glawogger’ın 1998 yapımı belgeseli Megakentler’di. Mumbay, Moskova, Mexico City ve New York gibi megakentlerde hayatta kalmaya çalışan insanları ve kentlerin genel olarak içinde bulunduğu çıkmazı anlatan belgesel, aynı zamanda bölümün de çarpıcı bir özeti gibiydi. Farklı ülkelerde ve farklı şehirlerde karın tokluğuna çalışan, kalacak doğru dürüst bir yeri olmayan ve hayatta kalmak için ‘her şeyi’ yapmak zorunda olan insanların öyküleri tek tek ekrana gelirken, belgesel bir yandan da ‘insan gibi yaşama’ hakkı elinden alınmış vatandaşlar üzerinden iktidarın acizliğine de vurgu yapıyordu. Sınıfsal farklılıkların, adalet ve fırsat eşitsizliğinin, kişi hak ve özgürlüklerinin hiçe sayılmasının yer ve zamana göre değişmediği gözler önüne serilirken, yaşanan insanlık dramları tam olarak da kentlerin kendi parçalanmışlıkları gibi insanların kimliklerini de parçaladığını gösteriyordu.

Diğer Bölümlere Genel Bir Bakış

Kentsel dönüşüm projesi çerçevesinde yerlerinden edilen Sulukule’deki Romanların hayatlarından kesitlerin aktarıldığı Canım Sulukule, çok nitelikli bir belgesel olmasa da Sulukule’nin hikayesini sakinlerinin ağzından anlatıyordu. BM raporlarına göre ‘kentsel dönüşüm’ projesi kapsamında şu ana kadar Türkiye’de bir milyona yakın kişi yerinden ve yurdundan olurken, bu belgesel bütün manzaranın hüzünlü bir özeti gibiydi. Tarih boyu ötekileştirilen ve şehir dışına sürülen bir halkın dramını yansıttığı kadar, bir şehrin iç burkan değişimini de bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Tıpkı bu yıl Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye kazanan kısa animasyon Hayırsızada’da (Barking Island, 2009) olduğu gibi… Padişahın ve yaverlerinin ‘Batılılaşma’ adı altında giriştikleri uygulamaların en korkunç olanlarından birini hüzünlü bir şekilde anlatan animasyon belgesel, bir gecede toplanarak bir adaya bırakılan binlerce köpeğin öyküsünü dillendiriyordu. Issız bir adada ölüme terk edilen binlerce köpek üzerinden dönemi ve dönemin zihniyetini anlatan yönetmen, bizleri de tarihimizdeki karanlık sayfalardan biriyle yüzleşmeye davet ediyordu. Hazmedilmesi zor olsa da, programın dikkate değer belgesellerinden biriydi.

TEKEL işçilerinin eylemlerinin anlatıldığı Direnişçi belgeseli, programdaki en yakın tarihli meselelerden birine değinirken; TEKEL’le başlayarak giderek büyüyen ve genel olarak işçi sınıfının bir eylemine dönüşen sürece tanıklık ediyordu. Murat Utku’nun eylem sırasında Bianet’e de geçtiği haber ve videoların ve daha fazlasının bir belgesel formatında yeniden kurgulanmasıyla oluşturulan Direnişçi, işçi sınıfının haklı mücadelesine bizleri de ortak etmeyi başarıyordu. Sınıf bilincinin gerekliliği ve işçilerinin birlikteliği üzerine küçük ama cesur bir belgeseldi. Umarız TEKEL işçilerinin 4/C’nin kaldırılması ve haklarını kazanmalarına yönelik eylemleri gibi bu belgeselin de devamı gelir.

Daha önce İstanbul Film Festivali’nde de gösterilen Tülay German: Kor ve Ateş Yılları belgeseli sanatçının kendi hayatıyla belgeselin yönetmenliğini ve anlatıcılığını da üstlenen Didem Pekün’ün hayatındaki arayış sürecini birbirine koşut bir şekilde aktarırken; bir kadının kendini arayışından bir sanatçının hayat hikayesine ve oradan da Türkiye’nin yaşadığı dönüşüm sürecine bizleri ortak ediyordu. Tülay German’ın şarkıları ve muhteşem sesiyle anlattığı hayat hikayesi haricinde, belgeselin senaryosu ve metni de çok başarılıydı. Sırf Tülay German’ın başka hiçbir yerde ulaşılmayacak performanslarını izlemek ve onun sesinden hayatının kırılma anlarını dinlemek için bile izlenmesi gereken belgesele bir yerlerde rastlarsanız, kaçırmayın derim!

Programın yönetmenlerle ilgili olan üç belgeselinden biri David Lynch hayranı birinin onun izinden giderek, bir tarikatın iç yüzünü gösterdiği David Uçmak İstiyor’du. David Lynch’in de bir üyesi olduğu tarikata önce üye olan, sonraysa bu tarikatın aslında insanlardan para koparmak dışında hiçbir şey yapmadığını gören bir adamın Lynch’in izinden giderek, kendini bambaşka bir yerde bulması şaşırtıcıydı. İroniyi çok başarılı bir şekilde kullanan yönetmen, David Lynch’in de yönetmenliğini değil ama kişiliğini tartışmaya açıyordu. “Belgeselin Verimli Toprağı: Polonya” bölümünde gösterilen Andrzej Wajda: Haydi Çekelim! (Andrezej Wajda: Let’s Shoot!, 2008) belgeseli, yönetmenin Katyn filminin set arkası görüntülerinden oluşuyordu. Bir film çekerken Wajda, sinemaya ve yönetmenliğe bakış açısını da bizlere belgesel aracılığıyla ifade ediyordu. Bu yaşında yönetmeni bu kadar enerjik ve istekli görmek şaşırtıcıydı. Mükemmeliyetçiliği ve disipliniyle sette hakimiyetini kuran yönetmen, öte yandan bütün ekibi de başarılı bir şekilde örgütleyerek filmin ortak bir üretimin sonucu olduğunu gözler önüne seriyordu. Yönetmeni sevenler için önemli bir deneyimdi kuşkusuz.

Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com

Önceki makaleFrom Paris With Love
Sonraki makaleAvrupa Sineması Günlüğü -6-
1983, İstanbul doğumlu. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimini Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü'nde yaptı. Altyazı dergisinde sinema eleştirileri yazmaya başladı. 2008’de Avrupa Sineması isimli web sitesini kurdu. 2011-2014 yılları arasında Hayal Perdesi dergisinde web sitesi editörlüğü yaptı ve derginin yayın kurulunda görev aldı. TÜRVAK bünyesinde çıkartılan Cine Belge isimli derginin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 2012’den beri Sinematek Derneği’nde Film Analizi dersi veriyor. 2013-2019 yılları arasında Türk Sineması Araştırmaları (TSA) projesinde koordinatör yardımcılığı ve içerik editörü olarak görev yaptı. 2018-2020 yılları arasında İstanbul Şehir Üniversitesi'nde ders verdi. 2018-2021 yılları arasında Sinema Yazarları Derneği'nin (SİYAD) genel sekreterliğini üstlendi. Ayrıca Giovanni Scognamillo’nun Gözüyle Yeşilçam(2011), Sinemada Tarih Yazımı (2015), Erol Ağakay: Yeşilçam’a Adanmış Bir Hayat (2015), Oyuncu, Yönetmen, Senarist, Yapımcı Yılmaz Güney (2015)- Burçak Evren'le ortak-, Karanlıkta Işığı Yakalamak: Ahmet Uluçay Derlemesi (2016), Aytekin Çakmakçı: Güneşe Lamba Yakan Adam (2019), Osmanlı’da Sinematografın Yolculuğu (1895-1923) [2020], Derviş Zaim Sinemasına Tersten Bakmak (2021) – Tuba Deniz’le ortak-, Orta Doğu Sinemaları (2021) – Mehmet Öztürk’le ortak-, Türkiye’de Sanat Sineması (2022) isimli kitapları da bulunuyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here