* Bu yazı, biraz François Truffaut üzerine yazılan hayali karalamalardan biraz da yazının yazarının Truffaut hayranlığından kaynaklanan aşırı hassasiyetinden dolayı fazlaca kişisel bir yazıdır. Bu yüzden, odağı Truffaut gibi gözükse de esas olarak belli bir odağı ya da amacı yoktur. Tanıtım ya da eleştiri yazısı da değildir. Bu yüzden, yazıyı okuyacakların böyle beklentiler taşımadan, sadece bir sinefilin heyecanına ortak olmasını dilerim.
François Truffaut’u aramak için öyle çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Truffaut nerede deseler, söz birliği yapılmışçasına tek bir ağızdan şu sözler dökülür: Sinematek’in en ön sırasındadır… O Sinematek kimlere ev sahipliği yapmamıştır ki: Jean-Luc Godard’lar, Eric Rohmer’ler, Claude Chabrol’ler, Jacques Rivette’ler, Chris Merker’ler, Andre Bazin’ler… Truffaut’u ön sıralardan seçmek yine de çok zor değildir. İleride dünya sinemasına yön verecek olan bu üst düzey insanların arasında en çekingen olanı Truffaut’dur. Elinden hiç düşürmediği defterine sürekli not alır. Not almadığında da çantasından bir Balzac kitabı çıkarır ve okumaya koyulur. İşte başlıyor… İşte, perde açılıyor ve yeni bir mucize… Beyazperdede Jean Renoir’in Le Crime de Monsieur Lange filmi… İleride pek çok kez selam duracağı ve kendi sinemasını derinden etkileyecek olan Renoir karşısında bir kez daha büyüleniyor Truffaut. Ama bu sefer yalnız değil. Sinematek’in en içine kapanık sinefili bu sefer yeni biriyle tanışıyor. Birkaç koltuk uzağındaki Jean-Luc Godard’la… Ve daha sonra evlerde yapılan toplantılar, arkadaş çevresinin genişlemesi, ortak fikirler, ortak projeler, sanatta ve toplumsal hayatta yapılan ortak manifestolar… Derken; ilk kısa film geliyor. Ama Truffaut’un aklı hala çocuklarda, aklı hala o tadına varamadığı ve eksikliğini hissettiği kendi çocukluğunda…
Sekiz yaşına kadar büyükannesiyle birlikte yaşamış, büyükannesi yaşlanınca da zorunlu olarak ailesinin yanına gönderilmiş. Ama ailesi onu hiç kabullenmemiş. Aile baskısı ve okuldaki asi tavırları onu gittikçe “normal” bir çocuk olmaktan uzaklaştırmış. Sokaklarda kalmış, bir yığın iş değiştirmiş ve en sonunda içindeki sinema tutkusunu manevi babası Andre Bazin sayesinde dışavurmayı başarmış. Kimden bahsediyoruz? Bu hayat, o sıradan ve temiz yüzlü insana; Truffaut’a ait olabilir mi dersiniz? Evet, ta kendisi işte… Hayatı daha küçücük yaşında öğrenmiş, büyümüş de küçülmüş bir çocuk o… Okuldan ve aile baskısından bunaldığı zamanlarda devlet kütüphanesinde Balzac okuyan, bir arkadaşıyla birlikte bin bir zorlukla ele geçirdiği Metropolis’in bir kopyasıyla sinema klübü açan, Jean Vigo’dan ve Jean Renoir’den büyülenen ve hepsinden önemlisi kendi kaderine kendisi karar veren, büyümüş de küçülmüş bir çocuk o… Bu yüzden ki; çocukların dünyasını diğer herkesten daha sahici anlatıyor. Çocukların içlerinde geçirdikleri evreleri herkesten daha büyüleyici resmediyor.
Truffaut, ikinci kısa filmi olan Les Mistons’da (Yumurcaklar), bir grup çocuğun masumiyetlerini kaybedişini, çocukluktan ergenliğe geçişini ve ilk kaybedişin insanın içinde öldürdüğü birtakım duyguları; naif ve kendine özgü bir sinema diliyle aktarıyor. Bu kısa filmde çok ilginç bir özellik var. Bu kısa film, aslında tamamıyla bir çocuk filmi. Çocuklar kendi duygularını ve düşüncelerini kendileri anlatıyor. Bu filmin içinde yetişkinlere ve yetişkinlerin bakış açılarına yer yok. Truffaut, bir yaz ayında bir grup keratanın toplumun her türlü değer yargısından, genel-geçer doğrulardan, karmaşık duygulardan yoksun yaşantılarını çocukların gözünden anlatıyor. Üstelik onları bir çocuk gibi değil, yetişkin bir birey gibi görüyor. Onları ciddiye alıyor. Jean Vigo’nun bıraktığı geleneğe de sahip çıktığını göstermiş oluyor. Çocukların sürekli geriden izlediği ve her hareketini takip ettikleri plantonik aşkları Bernadette ise, aslında Truffaut’un beyazperdedeki çocuklarının da ilk kırılma anına işaret ediyor. Truffaut’un erkek karakterlerindeki ilk kaybediş ve ilk fark ediş aslında Les Mistons’un keratalarıyla Bernadette arasındaki ilişki sayesinde başlıyor. Sinik ve utangaç Antoine Doinel’e geçişin bir ön hazırlığı niteliğinde, bu ilk kaybediş anı…
Daha sonra 400 Darbe’de, çocukların yetişkinlerle yaşadıkları sürtüşmeleri ve onların özgürlüğe giden yolunu Antoine Doinel ile birlikte veriyor. Doinel karakteriyle, aynı zamanda kendi çocukluğuna da bir geri dönüş yapıyor. Filmdeki her sekans Truffaut’un kişisel deneyimlerinden yola çıkılarak hazırlanıyor. Truffaut, bu filmle birlikte kendi çocukluğunun anılarını yazmış oluyor. Ama bu yazı için seçtiği kalem, Astruc’un işlevlerini açıklayarak ismini koyduğu Kamera-Kalem oluyor. İlk çıkış filmini, manevi babası Andre Bazin’e ithaf eden Truffaut; aslında kendi çocukluk anılarıyla da izleyenleri kendi çocuklukları hakkında düşünmeye sevk ediyor.
Beyazperdede Antoine Doinel ile birlikte kendisi de büyüyor ve olgunlaşıyor. Fakat kilit soruyu sormaktan vazgeçmiyor: Sinema, gerçek hayattan daha mı önemlidir? Truffaut’un cevabı, evettir. Kesinlikle, evettir! Çünkü, sinema bir yetenektir. Sinema; gerçek hayatı resmetmenin ve onu algılamanın yeteneğidir. Bu yüzden de her filminde hayatın pek çok ayrıntısına yer verir. Önemsiz gibi görünen pek çok ayrıntı, aslında Truffaut’un ne denli usta bir gözlemci olduğunu ve hayatı çok derinden kavradığını da gösterir.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com