Polonya asıllı ünlü Fransız yönetmen Roman Polanski’nin 11 Mart 1977’de tutuklanmasının ardında yatan olayları, hukuki süreci ve sonrasını ele alan Roman Polanski: Wanted and Desired, daha çok TV için çektiği belgesellerle bilinen Marina Zenovich’in yönettiği son derece sürükleyici bir belgesel. Bu suç yüzünden Amerika’ya girmesi tutuklanmasına sebep olacağından, filmlerini Avrupa’da çeken yönetmenin çalkantılı iş ve özel yaşamı, kusursuza yakın bir kurguyla bütünleştiriliyor. Parlak kariyerinde Chinatown, Cul-de-sac, Knife In The Water, Repulsion, The Tenant, Rosemary’s Baby, Bitter Moon, Tess, The Pianist gibi klâsikleşmiş, kültleşmiş ve esin kaynağı olmuş filmler barındıran yönetmenin bu olay boyunca yaşadıkları, dostları, yapımcılar, tutuklanma ve yargılanma sürecinde aktif rol oynamış hukuk adamları ve gazetecilerin de yer aldığı yorumlarla şekilleniyor ve aydınlanıyor. Polanski’nin hayatından kısa özetler verip, film endüstrisine girişi ve yükselişi hakkında yapılan estetik bilgilendirmeler, arşiv görüntülerinin ustaca kurgulanmasıyla kendisini tanımayan veya az tanıyan seyircileri de içine alabilecek derecede yetkin. Belgesel, Polanski’nin tutuklandığı ve yargılandığı döneme ait bu kişilerden bazılarını da mercek altına alarak, onların davayla bağlantıları sayesinde yan karakterler ve hikâyeler de anlatıyor. Bu sayede gerçek kişi ve belgelere dayalı hukuki bir davayı, heyecan verici bir polisiye belgesele dönüştürmeyi de başarıyor.
Roman Polanski, o zaman henüz 13 yaşında olan Samantha Geimer’ı Vogue dergisi için fotoğraf çekimine davet ettiğinde yaşananlardan sonra reşit olmayan birine uyuşturucu vermek, çocuk tacizi, yasadışı cinsel ilişki, uyuşturucu kullanılarak tecavüz, sapkınlık, ters ilişki suçlarıyla tutuklanmıştı. Başta suçsuz olduğunu iddia eden, sonradan reşit olmayan biriyle kendi rızası dahilinde cinsel ilişkiye girme suçunu kabul eden, öte yandan “sadece ben değil, bütün erkekler genç kızlara ilgi duyar” argümanıyla kendini savunan yönetmen, o dönemde davayı takip eden dünya medyasını ve kamuoyunu da ikiye bölmüştü. Polanski Avrupa basınına göre Holocaust’tan kurtulmuş, annesi gaz odasında ölmüş trajik, dâhi ve tarihi bir kişilikti. Oysa Amerikan basınına göre şiveli konuşan bir yabancı, kötü niyetli, karanlık bir cüceydi. Bir kötü adam için mükemmel özelliklere sahipti. İşlediği suç da Amerikan toplumunun onu linç etmesi için yeterliydi. Bütün dünyanın ilgi odağı olan davada Polanski’yi avukatı Douglas Dalton savunuyordu. Karşısında ise bölge savcısı Roger Gunson vardı. Dalton son derece zeki, işini bilen ve aynı zamanda mülayim bir avukat. Aynı özelliklere sahip Gunson ise, bir mormon olmasına rağmen davaya gayet mantıklı ve soğukkanlı yaklaşan, hatta Polanski’yi daha iyi anlayabilmek için tam da o dönemde düzenlenen Roman Polanski temalı bir mini festivaldeki filmleri izleyecek kadar işini önemseyen bir hukuk adamı. Chinatown’da yozlaşmayı, Repulsion’da çarpık bir zekâyı, Rosemary’s Baby’de de tarikatları inceleyen Polanski filmlerinin hemen hepsinde masumiyet ile yozlaşmanın su üzerinde buluştuğu çıkarımını yapabilecek kadar da dikkatli bir seyirci aynı zamanda. Tecavüzün bir jakuzide gerçekleştiği iddiası da jüriyi etkileyecek kadar mükemmel bir zemindi bu yüzden.
Davanın seyrine etki eden en önemli unsur ise, davaya bakan yargıç Laurence J. Rittenband… Hollywood’da kamuoyunun ve medyanın ilgisini çeken pek çok davaya bakmış olan Rittenband, belgesele katılan yorumcuların da belirttiği gibi mahkemede kendini bir film yönetmeni gibi gören, medyaya rol kesen, kurnaz ve içten pazarlıklı bir yargıç. Yasalar çerçevesinde ortaya koyması gereken adalet anlayışını kolaylıkla kamuoyuna şirin görünmek adına değiştirebilecek bir yapıda olması da onu ayrıca tehlikeli yapıyor. Dava esnasında aldığı bazı kararlar ve çoğu kez karar almada yaşadığı sıkıntılarla davayı çıkmaza sürüklemesi, zıt kutuplardaki Dalton ve Gunson’ı bile ortak paydada buluşturabiliyor. Özellikle davalardan önce anlaşmayı seven Rittenband’in her iki hukuk adamıyla mahkemeden önce odasında ne yapmaları gerektiğini konuşması, kararını onlara önceden açıklayıp salonda bilmiyormuş gibi davranmalarını istemesi, tutamayacağı sözler vermesinin telafisini nasıl yapacağını bilemeyip onlardan ve davayla ilişkili başka insanlardan akıl istemesi, bir yargıç olarak güvenilirliğini iyice azaltıyor. Fakat Rittenband’den başka, davayı içinden çıkılması güç bir hale getiren bir kişi daha var: Roman Polanski!
1968’de Polanski ile evlenen güzel aktris Sharon Tate, 9 Ağustos 1969’da 8,5 aylık hamileyken Charles Manson’ın müritleri tarafından katledilmişti. Bu trajedinin ardından çok zor günler geçiren Polanski’nin bazı demeçleri ve evinin kapısındaki “pig” yazısı önünde fotoğraflanması, tüm bunların üzerine basının bir de bu olayla ilgili suçlamaları Polanski’ye yönlendirme çabaları yönetmeni iyice sıkıntıya sokmuştu. Aradan geçen birkaç yıldan sonra bu kez tecavüzle suçlanan Polanski, basının istediği kozu ellerine vermiş oldu bir nevi. İşte Rosemary’s Baby’de de tarikatları konu alan yönetmenin tuhaf bir tarikat tarafından öldürülen eşinin ve doğmamış çocuğunun, tekrar ısıtılıp gündeme getirilmesi için ortam yine uygundu. O zamanki bazı dikkatsizliklerini tecavüz davası esnasında da gösterdiği için Polanski, kendisi hakkında ne karar vereceğini bilemediği yargıç Rittenband’in de işini güçleştiriyordu. Rittenband, Polanski’nin akli dengesi bozuk bir cinsel suçlu olmadığına karar verse de Polanski’nin 90 gün boyunca Chino devlet hapishanesinde psikiyatrik inceleme altında tutulmasına ve son kararın test sonuçları alındıktan sonra verilmesine karar verdi. Rittenband, Polanski’ye üzerinde çalıştığı filmi bitirmesi için üç ay süre tanıdı. Ama yurt dışına çıkması serbest olan yönetmenin, Almanya’ya gittiği sırada bir arkadaşı tarafından davet edildiği Oktoberfest bira festivalinde masasında kadınlarla verdiği fotoğraf basına sızınca kamuoyu yeniden Polanski’nin güvenilirliğini sorgulamaya başladı. Filmi için çalışmak yerine âlemlere akması, halen içinde bulunduğu davanın gidişatını etkileyebilirdi. Tabiî Rittenband de verdiği karar da medya ve hukuk çevreleri tarafından tartışmaya açıldı.
Chino hapishanesine gittiğinde can güvenliğinin tehlikede olduğu gerekçesiyle Polanski’nin 90 günlük cezası 42 gün sonra salıverilmesiyle sonuçlanınca yeni bir tartışma başladı. En az 10 yıl mahkumiyetle sonuçlanabilecek suçlamalardan 42 günle sıyrılması tuhaftı. Samantha Geimer ve ailesi Polanski’yi affettiklerini söyleseler de, avukatı Polanski’nin suçunu itiraf edip cezasını çektiğini düşünse de, 42 günlük bir cezanın cezadan bile sayılmayacağı yönünde hemfikir olan Amerikan basını, toplumu ve hukuk çevreleri, Rittenband’in baskıyı üzerinde hissetmesini sağladı. Böylece kalan cezasını çekmesi için Amerika, Polanski’nin peşine düştü. O ise Avrupa’da özgürce sanatını icra edebileceği gerçeğini Amerika’ya tercih etti. Filmler çekmeye devam etti. Amerika’da Oscar bile kazandı. Ama hâlâ bir aranandı. Avrupa’da arzu edilen, Amerika’da ise aranan! Belgesel genel olarak bu “arzu edilme” ve “aranma” üzerine tüm verilerini dürüstçe ortaya koyup, davaya tarafsız yaklaştığını belirginleştirmeye çalışıyor. Bu tarafsızlık çoğu zaman hakkıyla hissediliyor. Bu da belgeselin hakiki bir belgesel sınıfında nitelenmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Aslında meseleye taraf olmak hem etik, hem de sanatsal yönlerden hiç de zor değil. Çoğu kişi ve kuruluş tarafını seçmiş durumda. Bunlara seyirci olarak bizler de dahiliz. Yaptıkları onaylanacak veya mazur gösterilecek şeyler değil. Fakat sinema adına yaptıklarını silip atmak da hiç adil değil. En önemli ve sağduyulu taraf, bir sanatçının sanatı ile özel hayatının karıştırılmaması, ikisinin birbirinden alacağı çok şeyler olduğu kadar tamamen kopuk şeritlerde ilerleyebileceği gerçeğini bilen ve ona göre sanatı/sanatçıyı değerlendirebilen üçüncü gözün sesine kulak verebilen taraf olsa gerek.
Osman Danacı
odanac@gmail.com