Aslında Claude Chabrol, sadece bizim ülkemizde değil, Avrupa genelinde de hak ettiği ilgiyi göremeyen yönetmenlerden. Bunda kendi filmlerini ve yaptığı işi önemli görmemesi dışında, daha sonraları “ruhunu satmak” olarak tabir edilecek olan, para kazanmak amacıyla çektiği filmlere imza atmasının da etkisi var. O dönemde maddi imkansızlıklar yüzünden yönetmenler istedikleri filmleri çekemezken, Chabrol de istediği filmleri çekmek için, amiyane tabirle pek çok “piyasa” filmi yönetir. Oysa unutulmamalıdır ki; ilk Yeni Dalga filmi olan Handsome Serge bir Chabrol filmidir. Bu yolu açan, Yeni Dalga’nın enerjisini açığa çıkararak eleştirmenlerin ilgisini çeken ilk isim odur. Üstelik bu filmden kazandıklarıyla da diğer arkadaşlarının filmlerini finanse eder.
Butcher ise, Chabrol’un en “ciddi” filmi olarak anılır. Genelde filmlerinde, özellikle burjuvaya karşı bir alaycılık göze çarpar. Bu Chabrol’un kendi kişiliğiyle de alakalıdır. Chabrol; simgesel anlatımı, biçimsel kalıpları ve diğer pek çok şeyi küçümser. Buna rağmen, filmlerinde zaman zaman bunlardan da yararlanmayı ihmal etmez. Sinemasının referans kaynakları Alfred Hitchcock ve Fritz Lang’tır. Hatta Eric Rohmer’le birlikte bir Hitchcock kitabı da yazarlar. Yine de yönetmenin bu iki yönetmenle ortak temaları olduğu kadar, bu iki ustadan ayrıldığı noktalar da azımsanmayacak kadar çoktur. Chabrol’un kendi karakteri gibi filmleri de kolay kolay anlaşılabilecek ve küçümsenecek filmler değildir. Kimi zaman filmlerinin anlamları biçimlerinde gizlidir. Kimi zaman da olay örgüsü büyük bir anlam taşır.
Üç tane profesyonel oyuncunun yer aldığı Butcher, Fransa’nın küçük bir yerleşim bölgesi olan Tremolat’ta geçer. Bu bölgenin filme fon oluşturması alelade bir seçimin sonucu değildir. Tremolat’ta, ilk çağdan kalma pek çok mağara vardır. Ve hala bu köyde basit yaşam gelenekleri korunmaktadır. Teknolojiden uzak, herkesin birbirini tanıdığı, sıradan ama mutlu insanların yaşadığı büyük bir aileyi andırır. Arka arkaya işlenen cinayetler sonrasında bir tedirginliğin başladığı bu köyde, Chabrol iki karaktere yoğunlaşır. Bunların ilki, okulun genç müdiresi Helene’dir. (Bu rolü, yönetmenin daha sonra boşanacağı eski eşi Stephane Audran oynar.) Başından tatsız bir birliktelik geçtikten sonra erkeklerden uzaklaşan ve bütün hayatını okuldaki çocuklara adayan Helene; köyün kasabı olan Paul ile yeni bir ilişkiye yelken açar. On beş yaşındayken orduya katılan, babasıyla sorunları olan, yıllar sonra doğduğu köye geri dönerek mesleğine devam eden Paul; aslında filmin merkezi noktasıdır.
Chabrol bütün kariyerinde hep suçla ilgilenmişse de, Butcher’ı suçla ilişkili romantik bir film olarak tanımlayabiliriz. Hikayenin özünde, hüzünlü bir ilişki vardır. Üstelik bu ilişki daha başlamadan bitmiştir. Hitchcock filmlerinde, kaçan ve kovalayan, takip eden ve edilen, katil ve kurban gibi bir dizi ilişkinin yarattığı gerilimli atmosfer bizi kendisine bağlamayı başarır. Bu karakterlerden çok, olay örgüsünün yarattığı gerilimdir. Chabrol’de filmlerinde karakterlerden çok olay örgüsüyle ilgilenir. Özündeki romantik ilişki, filmde suça eğilimli olan karakteri daha şefkatli gösterir. Üstelik yarım kalan ilişki de, bu karaktere melankolik bir hava katar ve seyircinin gözünde suçları ikinci planda kalır.
Sigmund Freud, insanın kişilik yapısını üçe ayırır. (İd – Ego – Süper Ego) İnsanın kişiliğinin en alt basamağında id vardır. En altta olmasından da anlaşılacağı üzere, id; kişinin ilkel benliğidir. Haz ve şiddetten beslenir. Toplumsal değer yargılarından bağımsız işleyen id, aynı zamanda bir davranışın öncesini ve sonrasını da hesaba katmaz. Düşünceden bağımsızdır. Yönetmen Claude Chabrol, Butcher’da özellikle bu kavramı vurgular. Bu vurguyu yapmak için de filmine arka plan olarak Tremolat’ı seçer. Bu vurgusunu, topluca yapılan bir sınıf gezisi sırasında açığa çıkarır. Helene, öğrencilere ilkel insanlarla günümüz insanları arasındaki farkı açıklar. Helene, burada “varlığa” göndermede bulunurken, aslında bahsettiği id, ego ve süper egodan oluşan kişilik yapısını tamamlamış ve kendi gibi çevresinin de farkına varabilen insanlardır. Mağaradan çıktıktan sonra, çocuklardan biri; bu insanlar şimdi yaşasaydı ne olurdu diye sorar. Helene’de; günümüz şartlarına ayak uydurmaları gerektiğini, yoksa yaşamayacaklarını söyler. Burada, Helene aslında Paul’un durumunu da bizlere özetlemiş olur. Paul; id’in etkisinde kalarak içlerindeki öfkeyi bastıramayan, bunu nedensiz şiddet eylemleriyle dışavuran ve toplumsal değer yargılarından uzak yaşayan insanların kolektif bilincinin canlı kanıtıdır. Chabrol’un kariyeri boyunca izini sürdüğü şiddettin maddeleşmiş halidir. Bu şiddet bireysel şiddetten çok öte, toplumsal boyuta ulaşan bir delilik halidir.
Sinemasında hiçbir zaman simgeselliği ve aralara sıkıştırdığı, sevdiği yönetmenlere ve yazarlara karşı saygı duruşlarını önemsemeyen yönetmen; bu filmde de Balzac’a saygı duruşunda bulunur. Sınıfta Helene, Balzac’tan güzel bir pasaj okur. Ama Chabrol sinemasında, bunlar sadece eleştirmenlerin filmi okumaları için bırakılan ipuçlarıdır. Yönetmen, hiçbir zaman bunların anlamlarının büyültülmesini istemez. Bu yüzden, Balzac‘ın eserinde yarattığı karakter ile Paul karakteri arasında bir özdeşleşmeye gitmek doğru olmayacaktır. Üstelik daha önce de bahsettiğim gibi, Chabrol filmlerinde karakterler hiçbir zaman olay örgüsünün önünde yer almaz. Bu özellik Chabrol sinemasının da alamet-i farikalarından biridir.
Butcher’ın en hüzünlü anı; Paul’ün filmin sonlarına doğru Helene’i görmek istemesiyle başlar. Gece vakti okula gelen Paul artık her şeyi itiraf edecektir. Ama Helene olan biteni tahmin ettiği için Paul’ü içeri almak istemez. Odunluktan içeriye giren Paul’le Helene’in karşılaşma anları filmin en güzel sekansıdır. Tıpkı bir Hitchcock filminde olduğu gibi, katil ve kurbanın karşılaşmasından doğan muazzam bir gerilim vardır. Bu karşılaşma, aynı zamanda birbirini seven iki insanın da karşılaşmasıdır. Bu da sekansa ayrı bir duygusal yoğunluk getirir. Paul itirafını yaptıktan sonra, Helene kaçınılmaz sonunu artık kabullenmiştir ve gözlerini kapatarak kendisini katile teslim eder. İşte o anda, Chabrol aniden bir karartmayla gerilimin dozunu daha da tırmandırır. Helene gözlerini açarak yaşadığını gördüğündüyse; bizler başka bir ölümle yüz yüze geliriz. Bıçağı kendisine saplayan Paul, aslında ikilinin arasındaki hiç yaşanmamış aşkı da öldürmüştür. Tipik bir katil figürünün altında, aslında ebedi bir mutluluk saklıdır. Fakat Helene olan biteni anladığında, iş işten geçmiştir. Ölüm ile aşk, göz kapanıp açılıncaya kadar ki sürede birleşmiştir.
Filmdeki bütün kırılma anlarının kanla ortaya çıkması da tesadüf değildir. Filmin sonlarında Paul bir söz söyler: Herkesin kanı aslında aynıdır der. Bu ilginç replik, filmin bireyselden çok toplumsal bir temasının olduğunu da açık eder. Paul’ün bir seri katil görünümünden, aslında insanların deliliğinin dışavurumu olan ve bunu göstermek için kendini feda eden bir kurban rolüne dönüşmesine tanıklık ederiz. Chabrol’ün ustalığı bu değişimi aktarma biçiminde gizlidir. Chabrol’ün anlatımında hiçbir şey tesadüfi değildir. Ve her parça bir nakkaş ustalığında dikkatle birleştirilir. Seyircinin karakterlerle bütünleşmesi ve karakterlerin olay örgüsünün önüne geçmesi engellenir. Mekanlar filmde aktif bir rol oynar. Kimi sekanslarda biçemsel özellikler olay örgüsünü tamamlama da önemli ipuçları verir. Kısacası, Chabrol’de tıpkı Hitchcock gibi her şeyi önceden planlayan ve gerilimin ölçüsünü çok iyi ayarlayan bir yönetmendir. Bu yüzden de filmleri, aslında basit görünmesine karşın, dikkatli okunduğunda pek çok anlam barındırır.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com