Engin Ayça 1987 tarihli “…Ve Sinema” dergisinde[1], yönetmenlerin artık kendi iç dünyalarına döndüğünü, yaygınlaşmasa da bunun giderek öne çıkan bir eğilim olmaya başladığını ifade eder. Bir anlamda 1990’lardan sonra Türk sinemasında ortaya çıkan yeni yönelimleri de işaret etmiş olur. Yeniden bir sistemin kurulması için gerekli olan maddi kaynaktan yoksunluk, bu dönemde kendi filmlerini çekmeye çalışan yönetmenler için de belirleyici bir unsurdur. 1990 sonrası Türk Sineması Yeşilçam gibi bir gelenek yaratmak yerine, kendi kişisel dünyalarını küçük ölçekli hikâyelerle ekrana yansıtan yönetmenlerin önderliğinde ilerler.
Yeni kuşak yönetmenlerin yavaş yavaş filmlerinde belli biçimleri oturtması ve ülkedeki mevcut sinema geleneklerinden giderek ayrılmasıyla birlikte, Türkiye’deki sinema seyircileri arasında da bir bölünme başlar. 90’larda çıkış yapan yönetmenlerin küçük ölçekli hikâyelerini maddi açıdan “risk” taşıyan minimalist anlatım olanaklarıyla ifade etmesi, anaakım sinemanın karşısında “alternatif” ve “bağımsız” bir sinemanın da doğuşunu müjdeler. Ama popüler kültür içerisinde her zaman alternatif ürünler de popüler ürünler kadar rağbet görür. Bu da, “alternatif”, “bağımsız” ya da “yeni” olarak lanse edilen filmleri tâkip edenlerin aslında bu filmlerin temsil ettiklerini tam olarak kavrayamamasına yol açar. Türk sinemasıyla ilgili hemen her yazıda adı geçen Ahmet Uluçay, Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu ve Zeki Demirkubuz gibi yönetmenlerin filmleriyle ifade etmeye çalıştıkları, böylece popüler kültürde tüketilen birer metanın ötesine geçemez.
Popüler kültür içinde metalaştırılan ve tüketim ağının birer zinciri hâline getirilen bu yönetmenleri ve sinemalarını daha yakından tanımak ve onların sinemasal evrenlerini oluştururken beslendikleri kaynakları daha iyi anlayabilmek adına, Hayal Perdesi Dergisi’nin yürüttüğü çalışmaların bir ürünü olan ve Küre Yayınları’ndan çıkan, Ayşe Pay tarafından İhsan Kabil editörlüğünde hazırlanan “Yönetmen Sineması” serisi bu açıdan dikkate değerdir.
Ahmet Uluçay üzerine hazırlanan kitap, özellikle seride diğerlerinden ayrılır. Uluçay’ın sineması, yönetmenin etkileşimde bulunduğu bütün sanat dallarındaki ustaların etkilerini kendi içinde eriterek, onlardan özgün bir kimya yaratmayı başarır. Bu şekilde de, hem Türk sinemasındaki otantisite hem de sanat filmi mi gişe filmi mi tartışmalarını kesip atar. Kendine yeni bir dil bulma arayışında olan Türk sineması için oldukça önemli olan Uluçay sineması, bu anlamda ülkemizde eksikliği hissedilen bir alana da karşılık gelir. 90 sonrasının en ilginç yönetmenlerinin başında gelen Derviş Zaim ve filmleriyle ilgili olan kitapta; yönetmenin geleneksel sanatlarla sinema dilini bütünleştirme çabasının, zamansal kaydırmalar ve entrikalarla anlatımını zenginleştirme girişimlerinin, filmlerindeki sembolik ve kurgusal öğelerin çözümlemeleri yapılır. Türk sinemasının kabuğunu kırarak ülke dışına açılmasında önemli katkıları olan Nuri Bilge Ceylan’la ilgili hazırlanan kitaptaysa; yönetmenin sinemasının fotoğrafla olan ilişkisi, taşra, ev, aidiyet, yalnızlık, yabancılaşma gibi temaları filmlerinde ne amaçla ve nasıl kullandığı, sinemasının tematik olarak nasıl bir seyir izlediği anlatılır. Semih Kaplanoğlu kitabında, yönetmenin sinema dilini oluşturma çabası kronolojik bir sırayla filmleri özelinde tek tek aktarılırken; çağrışımsal anlatımla yönetmenin karakterleriyle ülke arasında kurduğu bağ ve bir “üst” gerçekliğe ulaşma gayreti de yazılarda kendine yer bulur. Bireyin kötücül doğasını filmlerinde sorgulayan Zeki Demirkubuz’la ilgili hazırlanan kitapta da; yönetmenin sinemasının merkezinde yer alan Friedrich Nietzsche, Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Jean-Paul Sartre ve Martin Heidegger gibi yazar ve düşünürlerin Demirkubuz filmlerine etkileri, yönetmenin kurduğu kurgusal dünyada insanın kötücül doğası üzerinden bir ahlâk anlayışı yaratıp yaratamadığı irdelenir.
Eleştiri, sanatçı ve sanat yapıtı ile izleyici, okuyucu arasında kurulmuş bir köprüdür. Bu köprü sanat yapıtlarından başkalarına doğru uzanmaktadır.[2] Dolayısıyla, eleştiri, sanatçının ürettiği sanat yapıtını tamamlar ve o yapıtın anlaşılmasında pay sahibi olur. Sanat yapıtını tamamlayan eleştiridir. Bu yüzden, eleştirmenin de üzerinde büyük bir sorumluluk vardır. Sinema özelinde konuşacak olursak, sinema eleştirmeni bir filmi tanıtır, inceler ve değerlendirir. Bunlar onun birincil görevidir; ama bunun yanında filmin sinema sanatına bir katkısının olup olmadığını da değerlendirmekle mükelleftir. Çünkü sanatçının sanatının o sanat dalı içindeki yerini ve önemini ifade ederek, dolaylı olarak sanatın ve sanatçının ilerlemesine de katkıda bulunur.
Andre Bazin, sinema eleştirisinin iki yüzü olduğunu, bunların birinin silik ve para değeri taşımayan filme dönük yüzü, ötekinin ise seyirciye dönük yüzü olduğunu belirtir.[3] Türk basınındaki sinema eleştirileri daha çok Bazin’in deyimiyle filmlerin “silik” ve “filme dönük” yüzüne yöneliktir. Bu tür yazılar eleştirinin işlevini ve değerini tam olarak kavramaktan yoksun yazılardır. Her şeyden önce bir sanat yapıtı tamamlanmamıştır ve onu tamamlaması gereken eleştirmenin getireceği eleştiri; yani seyirciyle sanat yapıtı arasında kuracağı bağdır. Bu yüzden, sinema eleştirilerinin de filmi tanıtmaktan çok filmin/sanat yapıtının anlam dünyasını izleyiciye açmaları gerekmektedir.
Türkiye’deki sinema eleştirilerinin genellikle beğeni ve tanıtım yazıları üzerine yoğunlaşması, bir türlü üretilen eserlerin eleştirel bir gözle değerlendirilememesi ve belki de 1980 sonrasının travmasının toplumsal hayatta olduğu gibi basın-yayın dünyasında da sürmesi, Türk sinemasının anlaşılmasını da engeller. Siyasette, ekonomide, sosyolojide, toplumsal hayatta ve sanatta bir türlü eleştirel ve sorgulayıcı bir bakış açısının oluşmaması, 90’larda çıkış yapan Türk yönetmenlerin filmlerinin ve yavaş yavaş oluşturdukları sinema dillerinin de geniş kesimlerce fark edilmesini engeller. “İyi” ya da “kötü” diye nitelenen ve filmlerinde işledikleri temaları kabaca belirten yazılar, bu yönetmenlerin ve filmlerinin yeni bir oluşum içine giren Türk sinemasındaki yerlerini ifade etmekten uzaktır.
Küre Yayınları’ndan çıkan yönetmenlerin sinema dillerini ve filmlerinin çözümlemelerini içeren kitaplar, bu yüzden Türk basınındaki mevcut yüzeysel eleştiri şablonlarına bağlı kalmadan, derinlikli analizlerle Türk sinemasına da önemli bir katkıda bulunur. Eleştirinin işlevlerini yerine getirerek, sanatçıyla okur arasında bir köprü kurmayı başarır. Filmlerin edebiyat, felsefe, psikoloji, sosyoloji, antropoloji vb. pek çok farklı disiplinle iç içe yorumlanması, bir yandan da 90 sonrası Türkiye’sinin ve Türk sinemasının anlamlandırılması açısından da önemlidir. Özellikle 1980’den sonra üretilen filmlerde Yeşilçam’dakine benzer bir geleneğin ve anonimliğin olmadığını, ortak dilden çok farklı kaynaklardan beslenen ve farklı kulvarlarda ilerleyen bir sinemanın varolduğunu göz önüne alırsak; bu anlamlandırma çabasının daha da değerli olduğunu fark edebiliriz.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
[1] Engin Ayça, “Türk Sineması Nereye Gidiyor?”, …Ve Sinema Dergisi, 4. Sayı, Nisan 1987, s.33
[2] Esra Biryıldız, Örneklerle Türk Film Eleştirisi (1950-2002), Beta Basım Yayım Dağıtım A.Ş., Aralık 2002, s.10
[3] André Bazin, Çağdaş Sinemanın Sorunları, Çev. Nijat Özön, Bilgi Yayınevi, 1966, s.189
Not: Bu yazının ilk hâli daha önce Anlayış dergisinin 80. sayısında yayımlanmıştır. Siteye eklenen yazıda ise, bazı yerler genişletilmiştir.