Baltık Günlükleri (The Poll Diaries), bir genç kızın 1. Dünya Savaşı öncesinde başından geçenleri yazdığı bir günlüğün sayfaları gibi izleyicileri yarı röntgenci yarı utangaç bir şekilde hikâyesine ortak ediyor. Bir genç kızın günlüğünün mahremiyetiyle aramızda bir sınırın kalmaması bir yandan izlediğimiz kurmacayla olan bağımızı sorgulatırken; öte yandan da günlüğünü okuduğumuz hikâye ana hatlarıyla 1. Dünya Savaşı’na giden yolu aydınlatmamıza olanak sağlıyor. Böylece ergenlik dönemindeki genç bir kızın yalnızlığı ve çevreden izole bir şekilde hayatını yaşamaya çalışması daha büyük bir anlam kazanıyor ve dünya tarihinin önemli kırılma noktalarından biriyle bir ruh ortaklığı kuruyor.
Oldukça tuhaf bir ailenin içinde herkesten ve her şeyden uzak yaşayan Oda’nın karşısına günün birinde Çarlık askerlerinden kaçarken yaralanan anarşist Schnaps çıkıyor. Oda’nın Schnaps’le karşılaşması onun hayatını renklendirirken, genç kız ile anarşist karakter arasındaki ilişki aracılığıyla da 1. Dünya Savaşı öncesinde yaşanan kutuplaşma ortaya çıkıyor. Sosyalizm, anarşizm, kapitalizm gibi fikirlerin henüz tam olarak oturmadığı bir coğrafyada, savaşın ayak sesleri yükseldikçe insanların hayatları da değişmeye başlıyor. Profesör olma hayalleri kuran Oda’nın babası, mutsuz üvey annesi, üvey annesiyle ilişki yaşayan evin kâhyası ve askerle dolu bir evde mahsur kalan Schnaps’in köşeye sıkışmışlığı… Bütün bu hengâmenin ortasında her şeyden habersiz bir şekilde yeni arkadaşına günden güne daha da çok alışan Oda ise, bu hikâyede aslında anlatıcı olduğu kadar bizler gibi bu olayın hareketsiz bir izleyicisi konumunda kalıyor.
Yönetmen Chris Kraus, Baltık Günlükleri’nde, tıpkı geçen yıl Michael Haneke’nin Beyaz Bant (Das Weisse Band, 2009) filminde olduğu gibi bizleri bir dış sesin anlatısı aracılığıyla 1. Dünya Savaşı öncesinin atmosferine götürüyor. Oda’nın babasının araştırmaları üzerinden ahlâkî ve etik açıdan insan doğası üzerine de bir sorgulamaya kapı aralanan filmde, “gerçekten yaşanmış” olaylar aracılığıyla yönetmen bir dönemin bütünlüklü bir panoramasını sunmayı başarıyor. Beyaz Bant’a oranla doğrudan şiddet içeren sahnelerin daha çok yer almasına karşın, filmin esas sert ve dayanılmaz yanı, insanoğlunun kolektif bilincinde iz bırakan bir yıkıma karşı, o dönemdeki insanların kayıtsızlığı oluyor. Bu kayıtsızlık dışarıdan bakan bir göz için karşı konulması güç bir deneyime dönüşürken, Oda’nın her şeyden habersiz bir şekilde çocukluğunu yaşamaya çalışması da yaşanılan deneyimi ağırlaştırıyor. Yönetmen Kraus bir ailenin yaşadıkları üzerinden bir dönemi betimlerken, tek tek hikâyesine konu olan ailenin bireylerini de mercek altına alıyor ve kolektif hafızanın kırılma anlarını ortaya döktüğü kadar bireysel hafızaya kazınan anıları da bir günlüğün sayfaları gibi tek tek ekrana taşıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com