Yaşam Arsızı, yönetmen Yasemin Alkaya’nın çocukluk arkadaşı Elif Çağlayan’ın ve kardeşlerinin hikâyesini anlatan bir insanlık dramı. Mutlu mesut bir ailenin yok oluş öyküsü… Şizofreni hastası insanların, bakıma muhtaçların çaresizliğini haykıran bir yardım çığlığı… Şüphesiz Alkaya’nın “docudrama” türünde çektiği yapımın teknik özelliklerinden; kurgusundan, müziğinden, kameranın konumundan vb. şeylerden de bahsedebiliriz; ama ortadaki hikâye insan doğasını, toplumsal çürümeyi ve devletin iflasını o kadar net bir şekilde betimliyor ki; kurmaca, kurmaca olmaktan çıkıyor: Yaşadığımız topluma ve kendi doğamıza bir ayna tutuyor.
Elif ve ailesinin hayatı, 1981’deki trafik kazasına kadar “normal” gidiyor. Elif’in babasının başka birine âşık olması ve eşinden ayrılmak istemesi, aileyi önce bir sarsıyor; ama esas sarsıntı bir akraba ziyaretinin ertesinde yaşanan trafik kazası oluyor. Kazada, annenin bedeni parçalanıyor, baba ise kaldırıldığı hastanede vefat ediyor. O sırada Elif 16 yaşında, kardeşleri Funda 12, Aysun da 8. Kazanın şokunu yaşayan, annelerinin parçalanmış cesedini gören kardeşlerin hayatı o andan sonra tepetaklak oluyor. Bu şoku atlatamayan, komşuların ifadesiyle daha “ağlayamadan” sakinleştiricilerle uyuşturulan Funda ve Aysun, sonra da bir daha uyanamıyorlar; eskisi gibi olamıyorlar. Büyüdükçe akıl sağlıklarını kaybediyorlar. Elif ise, bir adamla evleniyor; ama işler istediği gibi gitmiyor ve sonra da çok istediği “çekirdek ailesi” dağılmak zorunda kalıyor. Yeri geliyor, iki çocuğuyla iki kardeşi arasında bir seçim yapmak zorunda bırakılıyor ve pavyonlarda çalışarak çocuklarına bakmayı tercih ediyor. Ama aklı hep bıraktığı kardeşlerinde…
Elif’in hikâyesi için bir insanlık dramı dedim yazıya girişte, ama bu hikâyenin bir drama dönüşmesinde aslında darbe sonrasındaki depolitize olmuşluğun da, devletin ilgisizliğinin de, vatandaşların duyarsızlığının da etkisi var. Akıl hastası iki kadına tecavüz edip döven, onları sokaklarda, yol kenarlarında, banklarda yaşamaya mecbur bırakan sistemin çürümüşlüğünü Yasemin Alkaya adeta yüzümüze bir tokat gibi vuruyor. Şizofreni hastası insanlara uygulanan tedavi yöntemlerini, hastanelerin bu insanlara yaklaşımını, devletin gözlerini kapayışını ve bu insanların yaşadıkları onca acıya rağmen gözlerindeki ışığı gösteriyor.
Evet, belki filmin/docudramanın aksayan yanlardan da bahsetmek gerekirdi. Ama Yaşam Arsızı’nı izledikten sonra, insan kurmacanın kurmaca yanıyla hiç mi hiç ilgilenmek istemiyor. Tabiri caizse, Yaşam Arsızı insanın boğazında bir şeylerin düğümlenmesine neden oluyor. Boğamıza düğümlenen Elif’in ve kardeşlerinin hikâyesinde, diğerleri gibi bizler de bu hikâyenin bir trajediye dönüşmesinde suç ortağıyız, bunun farkına varıyoruz. Bizler üç maymunu oynadıkça, toplum olarak şizofreniye ve bakıma muhtaç insanlara uzak kaldıkça, bu hikâyeler derinleştikçe derinleşiyor. Elif’in bunca yük altında inatla yaşamaya çalışması, belki de bu yüzden hazmı zor bir hikâyeye dönüşüyor. Çünkü o bizlerin görmeye bile cesaret edemediği şeyleri yaşamakla kalmıyor; ne koşulda olursa olsun çocuklarını yaşatmaya çalışıyor.
Ezcümle, Yaşam Arsızı’nı izleyin ve izlettirin. Emin olun, bu sadece Elif Çağlayan’ın hikâyesi değil; bu hikâyede hepimiz bir şekilde varız.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com