Ana sayfa 2010'lar 2010 The King’s Speech

The King’s Speech

1076
0

Bu yılın haklı olarak en çok ses getiren filmlerinden olan The King’s Speech, görkemli kraliyet atmosferinin sinematografik zenginliğine sırtını dayamamış, bir adamın naif kusurunun üstesinden gelme gayretlerini merkezine almış bir dram. Kral da olsa, normal bir insanın sahip olabileceği bu konuşma probleminin geçmişe dayalı analizlerinde ise kraliyet baskısı altındaki çocukluk sıkıntıları, işi başından aşkın bir baba, büyük kardeş ile yapılan kıyaslar, baskıcı dadılar ve kalabalık içinde yaşanılan yalnızlıklar yatıyor. Gerçi kralların normal insanlar olmadıklarını kimse söylemiyor. Sadece içinde bulundukları mevkinin, kuralların, protokolün yarattığı stresin daha farklı boyutlarda algılanabilmesi üzerine “normal” bir insanî yetersizliğin çözüm aşamalarını izliyoruz. Bu sayede Tanrı’nın temsilcisi sayılan krallık mevkisini, etten kemikten oluşan bir kralın bireysel eksiklikleri ile tezatlaştırmak suretiyle empatiye kapı açıyor.

Kral 6. George’un (Albert Frederick Arthur George ya da filmde geçen adıyla Bertie) geçmiş kaynaklı bu sıkıntılarının, sorumluluk bilinci zayıf ağabeyi 8. Edward’ın aşkı uğruna tahttan feragat etmesi yüzünden katlanması, içine düştüğü zoraki durum gereği bir meydan okuma gerektiriyor. Bertie’nin kekemeliğinin tüm bu zayıflıklarının temsilcisi konumunda yüzeyde kalışı, derinlere inilmesini mecburi hale getiriyor. Görünmeyen sorunların görünenleri beslemesi ve sürekli tetiklemesi, ülkenin en tepesinde yer alan kralın karar mekanizmasının çarklarını da etkileyeceğinden, destek almak kaçınılmaz oluyor. Başarısız birkaç girişimden sonra Elizabeth’in bulduğu Lionel Logue devreye girdiği andan itibaren filmin anayola girişi ve seyri başlıyor. Avustralyalı terapist Logue’un kendine has yöntemleri, başlangıçta Bertie’nin konumunun getirdiği birtakım üstünlüklerini, kibirliliğini, dokunulmazlığını hiçe sayma cüreti taşısa da, herşeye rağmen güçlü görüntüsünün altında naif bir insanın ruhsal-fiziksel zayıflıkları, doğal bir teslimiyeti de beraberinde getiriyor.

Türlü soyut ve somut erdemlere sahip olduğu kabul edilen kral dediğimiz bir asilin tekerlemeler, şarkılar söylediğini, yerlerde yuvarlandığını, zıpladığını, küfrettiğini, tuhaf yüz ve ses egzersizleri yaptığını, hüzünlü bir içtenlikle kendini açtığını, ağladığını görmek, Bertie’ye bu kez çok farklı bir asalet katmakta. Ona bunları yaptıran Lionel Logue’un da filmde ayrı bir dramatik duruşu var. Oyuncu olma ideali için geç kalmış olmayı kabullenmeyen, mütevazi ailesiyle mutlu bir hayat süren Logue’un bu mesleki idealizmini Bertie vasıtasıyla bileyleme arzusundaki cesaret, sonlara doğru anlaşılan sürpriz bir gelişmeye rağmen samimiyetini koruyor, hatta daha da samimi kılıyor. Bir bakıma Logue’un bireysel dramı hem kendini, hem de Bertie’nin motivasyon sürecini besliyor. Filmde Logue’un Bertie’ye sağladığı psikolojik ve fiziksel destek, tıpkı filmin hikâye, senaryo ve oyunculuk boyutlarındaki destek seviyesinden şaşmıyor. Bilinçli olarak öne çıkarılmayıp, güçlü bir yan dram yaratıyor.

Oyunculuk demişken, tabiî ki The King’s Speech’i cazip kılan en mühim kulvardan ayrıca söz etmemek olmaz. Yaşanmış bir kraliyet dramını bireysel bir handikapa indirgeyebilme, oradan da genel bir karakter analizine ulaşma başarısının altında yatan sade anlatım, belki de bu oyunculuklar sayesinde geniş kitlelere ulaşamayan bir BBC dizisinden daha farklı duruyor. Colin Firth ve Geoffrey Rush’ın birbirini sık sık dengeleyen ve denetleyen uyumu, Bertie ve Logue’un dengeleriyle örtüşüyor. Firth, Bertie’nin zaman zaman ümitsizliğe kaptırdığı potansiyel erkini yeniden kazanmak için gösterdiği azmi ve kırılganlığı yansıtmakta çok başarılı. Rush ise kalitesini Logue’un bastırılmak zorunda kalmış tutkularını, doğal yeteneğini insanlar üzerinde deneme cüretini ağırbaşlı bir performansla ifade ediyor. Farklılıklarına rağmen belli yönlerden birbirine benzeyenbu iki adamın yaşadıkları deneyimi pay edişleri, filmin olası monarşik ve diplomatik sıkıcılığına düşündürücü bir dram, kontrolünü yitirmeyen bir dinamiklik kıyafeti giydiriyor.

Yönetmen Tom Hooper’ın mekan, kostüm gibi çevresel faktörlerin desteğini de hiçe saymadan sunduğu sadelik, yer yer poza kaçan görüntülerle ve özellikle Colin Firth’e gereğinden fazla yapılan yakın çekimlerle genele ters düşse de, rahatsız ediciliği kişiden kişiye değişecektir. Kendisi de zor geçen çocukluğunda kekemelik geçirmiş olan senarist David Seidler ise, 30’lu yaşlarından bu yana Kral 6. George’un hayatını incelerken, Logue’un oğlunun günlüklerine ulaşmış. Fakat anlaşma gereği ancak kraliçe öldükten sonra günlüklere erişim sağladığı için bu güzel hikâyeyi senaryolaştırmak gecikmiş. Dönemin savaş öncesi kızışmış atmosferine fazla eğilmeden, sadece Kral ve Logue arasındaki ilişkiye odaklanan senaryo, bu apolitik yapısıyla biraz boşluklar yaratmıyor değil. Ancak filmin diğer pozitif unsurları arasında bu boşluklar filmin kendi sınır çizmişliğinde eriyor denebilir. Firth ve Rush’ın başı çektiği bu pozitifliklere oyunculuk olarak Elizabeth rolündeki Helena Bonham Carter, Derek Jacobi, Guy Pearce, Timothy Spall gibi oyuncular da yan rollerle destek çıkıyorlar. Müzikleriyle Alexandre Desplat’nın, görüntü yönetimiyle de Danny Cohen’in Oscar adaylıkları hiç de boşuna değil.

The King’s Speech, sadece bir kralın oğlu olarak dünyaya gelmiş olmanın avantajıyla ülkenin başına geçmiş bir bireyin, konuşma sıkıntısı ile kendini dışa vuran zincirleme güvensizliklerini yenme uğruna gösterdiği çabanın izini sürüyor. Kişisel gelişim kitaplarının veya seminerlerinin artık banalleşmiş bazı söylemlerinin, temeli yüzyıllar öncesine dayalı elit bir sistem içinde aynı anda bir baba, bir koca, bir evlat, bir kardeş bir kral ve nihayetinde zoraki bir hatip olmak durumunda kalmış Bertie üzerine yansımaları olarak da görülebilir. Ama onu banalleştirmeyen bir içtenliğe, kralın da bir insan olduğu klişesinin rahatça kabul edilebilir normalliğine sahip bir film. Kralın konuşmasını yaptığı sahnenin, savaşın eşiğine sürüklenmiş halkın çaresiz bekleyişini de içine alan başarılı kurgusu, aslında kan ve acıyla dolu yıllarca sürecek bir başka filmin de ayak seslerini duyuracak kadar etkileyici bir final sunuyor.

Osman Danacı
Önceki makalePera Müzesi’nden Jacques Tati Programı
Sonraki makale40’ında 40 Kadın
Sinemaya gönül veren bir grup sinefilin kurduğu Avrupa Sineması internet sitesi, Avrupa sinemasını daha geniş kitlelere tanıtmak ve bu filmlerle ilgili ufak da olsa bir tartışma ortamı yaratmak amacıyla kuruldu. Sitenin kuruluş amaçlarından biri de; tür sinemasını da yadsımadan, sinemanın sadece bir eğlence aracı olmadığının vurgusunu yapmak. Metin Erksan’dan bir alıntı yapacak olursak; bilimlerin ve sanatların varoluşlarının sınırları, geçmişin derinlikleri içindedir… Sinema bilim; sinema sanatı ve sinema bilimi kapsamında; sanatsal düşüncenin ve uygulamanın, sinemasal düşüncenin ve uygulamanın, yaratısal düşüncenin ve uygulamanın, görüntüsel düşüncenin ve uygulamanın, çekimsel düşüncenin ve uygulamanın, oluşumunu, gelişimini, dönüşümünü saptar ve oluşturur. Bu nedenle bizler de günümüzde çekilen filmler dışında, geçmişin derinliklerine doğru bir yolculuk yaparak; bu sanatı etkileyen filmleri ve yönetmenleri de tanıtmaya, eleştirmeye ve onların sinemayı nasıl algıladıklarını kavramaya gayret ediyoruz. Bir yandan da sinemanın diğer sanatlarla olan ilişkisini, filmler bağlamında tartışarak; sinemanın diğer sanatlardan ayrı düşünülemeyeceğini savunuyoruz. Bu amaçlarla, birbirinden farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda çekilmiş ve birbirinden farklı türlerde pek çok film eleştirisine yer vermeye çalışıyoruz. Sinemayı bir kültür olarak gören herkesin katılımına da açığız. Arzu edenler mail adresinden bizlere ulaşabilir, yazılarını paylaşabilir ve filmlerle ilgili görüşlerini iletebilir.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here